Geçenlerde akşam yemeğini hazırlarken bir taraftan elimdeki işi halletmeye çalışıyor, bir taraftan vakit boşa geçmesin diye açtığım dinî yayın yapan radyoyu dinliyordum. (Artık mutfakta iş yaparken radyoyu açtığıma göre annem oldum diyebilir miyiz? Talebeyken böyle şeyler yapmazdım. Ev hanımı olmanın radyo dinlemekle bir bağlantısı mı var?) Her ne ise bir program bitti, peşinden Sahabe hayatlarını anlatan bir program başladı. Yaklaşık on dakika süren programda, adını ilk defa duyduğumu zannettiğim birisiyle tanıştım: Ebu Ubeyde bin Cerrah. Radyo programında Sahabeyi tanıtan abla, Ubeyde’nin ayn(ع)’ını öyle belirgin söylüyordu ki Sahabenin adını unutmak artık imkânsız gibi olmuştu.
Bazen kendime “Yuh! Bunu nasıl bugüne kadar hiç duymadın?” diye kızdığım oluyor ama elhamdülillah, en azından daha geç duymadım. Ebu Ubeyde bin Cerrah, Aşere-i Mübeşşereden; yani daha hayattayken Cennetle müjdelenen on mübarek Sahabeden birisiymiş.1 Hicretten kırk yıl kadar önce Mekke’de doğmuş (583). Kendisinin nesebi, Peygamberimizin (asm) onuncu dedesi olan Fihr’de Resûlullah (asm) ile birleşiyormuş. Câhiliye devrinde Mekke’de okuma yazma bilen birkaç kişiden birisi olmakla birlikte, İslamiyetin henüz perde altında yayıldığı günlerde Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla Müslüman olmuş. İlk dönem Müslümanlarının pek çoğu gibi Kureyşlilerin ağır baskılarına mâruz kalmış, işkenceler dayanılmaz hale gelince 616 yılında yapılan İkinci Habeşistan Hicreti’ne katılmış. Ancak bir müddet sonra Mekke’ye dönerek, daha sonra Medine’ye hicret etmiş.
Öyle mübarek zamanların, öyle mübarek insanları ki bu insanlar; hayret etmemek, ibret almamak mümkün değil. Peygamberimizin (asm) davası yolunda; “Anam, babam sana feda olsun yâ Resulallah” demiş ve hakikaten ana-babadan geçmişler. Ebu Ubeyde, Peygamberimizle (asm) birlikte bütün gazvelere iştirak etmiş. Rivayete göre; Bedir Gazvesi’nde düşman saflarında bulunan babasını, özellikle kendisine hücum etmesi üzerine öldürmek zorunda kalmış. Yine rivayete göre Mücadele Suresi’nin 22. Ayeti bu olay üzerine nâzil olmuş: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun; babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah’a ve Peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin.”2
Kendi baban, oğlun da olsa Allah’a düşman olan kimselere sevgi beslememek hakikati… Bu hadise hemen Hz. Nuh’un (as) kendi oğluyla yaşadığı imtihanı hatırlatıyor. Bütün iman edenler gemiye bindiği halde Hz. Nuh’un bir oğlu gemiye binmeyi reddetmiş ve boğulanlardan olmuştu. Bunun üzerine:
“Nuh Rabbine şöyle seslendi: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin elbette haktır. Sen hâkimlerin en âdilisin’ dedi. Allah buyurdu ki: ‘Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı iyi olmayan bir iştir. Sakın hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi Benden isteme! Ben cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.’”3
Demek aynı aileden olmak için kan bağı yeterli olmuyor…
Uhud Gazvesi’nde, İslâm ordusu dağıldığı zaman Resûlullah’ın (asm) etrafından ayrılmayan on dört kişi arasında Ebu Ubeyde de vardı. Müşrikler Resûl-i Ekrem Efendimizin üzerine hücum etmişler, yüzünü yaralamışlar, mübarek dişlerini kırmışlardı. Peygamberimizin (asm) miğferinden kopan iki halka yüzlerine batmıştı. Hz. Ebû Ubeyde, Resûlullah’ı bu hâlde görünce dayanamamış, Peygamberimizin (asm) yüzüne batan halkaları dişleriyle çekerek çıkarmıştı. Bu yüzden ön dişlerinden ikisi kırılmıştı.4
Peygamberimiz (asm) onun hakkında; “Her ümmetin bir emîni vardır; bu ümmetin emîni de Ebû Ubeyde b. Cerrâh’tır” buyurmuştur. Bu olay üzerine “Emînü’l-ümme” lakabıyla anılmıştır. Uzunca boylu, zayıf yapılı, seyrek sakallı olan Ebû Ubeyde; mütevazı, zühd ve hayâ sahibi idi. Hz. Âişe’nin rivayetine göre Ebû Bekir ve Ömer’den sonra Resûl-i Ekrem’in en çok sevdiği kişi Ebû Ubeyde idi (Tirmizî, “Menâkıb”, 14).5
Peygamberimiz (asm) vefat ettikten sonra aralarında Ebû Bekir ve Ömer’in de bulunduğu bazı Sahâbîler Ebû Ubeyde’ye halife olarak biat etmek istemişler. Fakat Ebû Ubeyde, bu göreve Hz. Ebû Bekir’in lâyık olduğunu söyleyerek teklifi kabul etmemişti.6
Yine bir rivayete göre Hazret-i Ömer (ra) halifeliği zamanında bir gün otururlarken arkadaşlarına:
“Bir şeyler isteyiniz, temenni ediniz” dedi. İçlerinden birisi: “Allah yolunda infak etmek için şu ev dolusu altınım olsun istiyorum.” dedi. Hz. Ömer: “Daha isteyin” dedi. Bir başkası: “Şu ev dolusu inci, zeberced ve yakutum olsun da Allah yolunda infak edeyim, bunu istiyorum” dedi. Hz. Ömer (ra): “Daha isteyin” deyince, “Bu sözleriyle Emirü’l-Mü’minîn ne demek istiyor anlamıyoruz?” dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra): “Ben istiyorum ki şu ev, Ebu Ubeyde bin Cerrah gibi rical ile dolu olsun” dedi.7
Hakikaten öyle. Bir ev dolusu Ebu Ubeyde gibi fedakâr insan; muhakkak bir ev dolusu altından, yakut ve incilerden kıymetlidir. Allah bizlere o hakiki fedakâr, şanlı kahramanlar gibi olabilmek nasip etsin inşaallah.
İlk yorumu siz yazın