Günümüzde çoğu kişi tarafından ideal yönetim biçimi olarak tanımlanan, ülke olarak da sık sık sınavını verdiğimiz demokrasi, genel kabul görmüş şekilde meşruluğunu halktan alan, halkın yönetimde eşit şekilde rol aldığı, idarecileri denetlediği yönetim biçimi olarak tanımlanır. Demokrasiye dair felsefî ve siyasî kavram kargaşasını bir kenara bırakarak genel kabul gören demokrasi tanımı üzerinden gidersek gayet ideal bir yönetim biçimi olduğunu düşünebiliriz. Ancak yine pek çok kişinin kabul edeceği gibi demokrasi skalasında hem insanlık olarak hem ülke olarak nerede yer aldığımızı, başka bir deyişle ne derece demokratik olduğumuzu değerlendirmeye gelince daha belirsiz ve farklı cevaplar çıkıyor ortaya. Neye göre bir ülke daha demokratik ya da daha otokratik olur?
Öncelikle demokrasi ve otokrasiyi biri kaynağını halktan alan, denetlenen, diğerini keyfi, denetimden ve hesap verilebilirlikten uzak iki yönetim şekli olarak ele alıp, bunların iki uçta olduğu geniş bir yelpaze düşünelim. Demokratik rejimlerle daha baskıcı olanlar arasında zannedildiği gibi keskin ayrımlar olmamakla birlikte, demokrasi ile yönetilen bir ülkede otokratik eğilimler görülebilir. Demokrasiler otoriterleşebilir, demokratik kurumlar zedelenebilir. “Türkiye son yıllarda otoriterleşen ülkeler arasında” gibi ifadeleri haberlerde sıkça duyarız. Hepsi demokrasi ile yönetilmesine rağmen bazı ülkeler daha demokratiktir. Demokrasi ve otokrasiyi iki ucu olan bir yelpaze olarak, farklı ülkeleri ve rejimleri bu yelpazenin farklı noktalarına dağılmış şekilde düşünmek bu geçişkenliği anlamamıza yardımcı olacaktır.
Demokrasiyi daha iyi anlayabilmek aynı zamanda onu dünya genelindeki sosyal-siyasî hareketlerden bağımsız olarak değerlendirmemeyi gerektirir. Siyasî tarih üzerine yazılan yazılarda “demokratikleşme dalgası”, “otoriterleşme eğilimleri” gibi ifadeler kullanılır. Yani demokratik gelişmeler aynı zamanda dünya genelindeki eğilimlerden etkilenir. Çeşitli dönemlerde demokratik değerler yükselişe geçebilir veya gerileyebilir. Ancak tüm otoriterleşme eğilimlerine karşın demokrasinin bu süreçlerden galip çıktığına/çıkacağına dair genel bir kanaat de mevcuttur.
Ülkelerdeki genel politik eğilimler şüphesiz halkın karakteristiğinin bir yansımasıdır. Yani toplumun zihniyetini yansıtır. “Bu bağlamda, demokratikleşmenin öncelikle ulusal ve yerel bir mesele olduğu söylenebilir. Demokratikleştirici dinamikler ülkenin iç siyasal ve toplumsal ilişkiler ağının sonucu olarak ortaya çıkar”1 Yani demokrasinin vatandaşlar tarafından içselleştirilmesi gerekir. Politik anlamda kendinizi demokrat olarak tanımlıyor olabilirsiniz. Ancak kişisel hayatınızda demokratlık, eşitlik, özgürlük gibi kavramların nasıl bir yeri var? Otoriter zihniyetimize demokrat yönetici aramak ne kadar makul? Bu soruların cevapları diğer yazıların konusu olduğu için onlara havale ediyoruz.
Demokrasinin gelişimi, nasıl ilerleyeceği, bundan sonra nasıl seyredeceği elbette uzmanlık gerektiren konular. Ancak tüm tartışmalardan ve demokrasi serüvenimizden çıkabilecek bir sonuç varsa, o da demokrasinin her koşulda yeşermediği. İnşa etmenin tahrip etmekten daha zor olduğunu hepimiz biliyoruz. Demokrasi inşayı, birleştirmeyi, hoşumuza gitmeyeni dahi kabullenmeyi, kısaca zor olanı gerektiriyor. Ötekileştirmenin, düşmanlaştırmanın, kutuplaştırmanın, demokrasiye set çekmenin onu ilerletmekten daha kolay olduğunu ülke olarak geçirdiğimiz yüzyıl bize anlatıyor.
Türkiye’nin askerî darbelerle zaman zaman sekteye uğrayan çok partili demokrasi hayatı tam olarak 1950’de başladı. 2001 sonrası dünya genelinde terör tehdidi ile ilişkilendirilen demokratik gerilemelerden Türkiye de nasibini aldı. Söz konusu gerilemeler demokrasi-otokrasi tartışmalarında son dönemlerde sıkça karşılaşılan ve siyasetçilerin kutuplaştırıcı ve ötekileştirici söylemlerini anlatmak için başvurulan kavramlardan biri de “popülizm”. Popülist siyasetçilerin baskıcı politikalarını halkın rızasını alarak meşrulaştırmaları, bu kavramın demokrasi için bir tehdit olarak görülmesine yol açmıştır. Böylece çoğunluğun rızası alınarak azınlığa, yani herhangi bir toplumsal kesime yönelik uygulanan düşmanca söylemler, baskıcı politikalar meşruluk kazanır. Bu kesim göçmenler, etnik azınlıklar, cemaatler veya genel olanın dışında kalan herhangi bir grup olabilir. Sonuç olarak demokrasinin farklılıkları kucaklayıcı yönünün tehdit altına girmesi demektir.
Tarihin faklı dönemlerinde daha demokratik veya daha otokratik yönetimler olsa da ideal sistemin ne olduğu sorusu daima cevapsız kalacak. Ancak her zaman daha iyi ve daha adil olanın arayışında olmak için bu sorunun cevaplanmaması belki de daha iyidir. En mükemmele ulaşmış olma düşüncesi toplumların ilerlemesine engel olduğu gibi, gerilemesinin de sebebi olacaktır. Bugün biz demokrasinin hangi çeşidinin daha ideal olduğunu tartışsak da, demokrasi her zaman şimdiki gibi baş tacı edilmiyordu. Antik Yunan filozofları demokrasiye sıcak bakmamışlar, halkın her kesiminin yönetime “karışması”nı doğru bulmamışlar, hatta demokrasi için “ayak takımının yönetimi” gibi ifadeler kullanmışlardır. Platon “alelade insanların” yönetime katıldığı bu sistemin, yani demokrasinin tiranlığa yol açacağını söylemiştir.2 Bugün de demokrasinin her toplum için uygun bir yönetim şekli olmadığını söyleyen düşünürler vardır. Tüm bu tartışmaların ötesinde demokrasinin özünü kavradığımızdan ve onu ne için istediğimizden emin olmak, daha iyinin peşinden koşmak için belki bir adım olabilir.
Dipnotlar:
1) Demokrasiye Neler Oluyor? Popülizm ve Otoriterleşme Tartışmalarına Bir Bakış, Hamit Emrah Beriş.
2) Ali Taşkın, Platon’un Demokrasi Paradoksu, Popper’ın Yorumları ve Türkiye’de Demokrasi Tartışmaları.
İlk yorumu siz yazın