İslam’da oy pusulası var mı?

“İslam” deyince, tarihin akışı içinde belli bir zamanda Hazreti Peygamber’in elinde ve izinde ortaya çıkmış olan bazı pratikleri kast eden lâdinî bakış sahipleri için başlıktaki sorunun cevabı nettir: O İslam’da oy pusulası yoktur!

“İslam’ın kaynaklarına inelim (aslında orada kalalım)” diyen tarihselci İlahiyat yorumcularının bu tutumları, onları, “Bin üç yüz sene önceki Arabistan yarımadasında dinde ne varsa İslam’da da o vardır” hatalı hükmüne ulaştırır. Bunun sonucu ise şudur: İslam’da oy pusulası yoktur!

Aslında “İslam’da oy pusulası var mıdır”? sorusu “İslam’da hoparlör var mıdır?” sorusuna benzer.

Bu sorunun yanlışlığı ortada. Doğru soru şu:

İslam’da hoparlör kullanmanın hükmü nedir?

Ve cevabı da belli: Elektrik ve hoparlör bir keşiftir ve Allah’ın bir lütfudur. Kim adına ve ne için kullanılacağına bağlı olarak hoparlörün de hükmü değişir.

O halde hayatımızı kolaylaştıran teknik buluşlar gibi kamu yönetimi cihazları da birer keşiftir ve bizler için birer lütuftur.

Bu cihazların en başında, modern zamanların “devlet aygıtı” ile onun füruatı ve teferruatı gelir. Bu cihazların hükmü de “kim adına” ve “ne için” kullanılacağına bağlı olarak değişir.

Oy pusulası, demokrasi denilen rejimdeki en somut keşiftir. Hükmü hoparlör gibidir. Buluş olarak bir ihtiyacın ve gayretin neticesidir. Önemli olan onun neticesinin ne olacağıdır. Şöyle ki:

Oy pusulası ve seçim sandığı seçmene soru sorar ve irade ve tercih hakkı verir. Tercih hakkı ise, sahibine, siyasette alternatifleri arasından en uygununu seçme hakkı verir ve mükellefiyeti yükler. Hak ve mükellefiyet sahibi mümeyyiz ve reşit (yetişkin) insan, iradesini, aklını ve kuvvetini hayırda kullanma imkânına sahip olmuş olur. “Benim için ya da toplum için neyin iyi olduğunu bana sormayın, siz bildiğinizi yapın” demek, “Ben çocukluktan çıkmak istemiyorum” demektir.

Ve böylece insanlar hür olurlar… Ama yine de insanlar Abdullah’tırlar. Şöyle ki:

İnansın ya da inanmasın her insan demokrasi ile bir irade ve tercih hakkı elde etmiş olur. Ancak irade hakkı ve seçme hürriyeti Allah’a ve ahirete inanmayan kişileri aklıyla (ve aslında nefsiyle) baş başa bırakırken, inanan kişileri ise hesap gününü de hesaba katarak karar vermeye zorlar.

Bu noktada ana soru şudur: Hem iradî tercihlerimizden ve hem de irademizin mahsulü olarak yapıp ettiklerimizden sadece kendimize ve diğer insanlara karşı (ve bir de insanların kurduğu organizasyon türü olarak devlete karşı) mı mesul olacağız yoksa bizi var eden ve bize irade ve kudretinden bir parça bahşeden ve bununla bizi diğer varlıklardan açıkça ayırt eden Yaratıcıya karşı da sorumlu olacak mıyız?

“Ben laikim” diyenin demokrasi algısı ile hakikî dindarın demokrasi algısı arasındaki en esaslı fark işte budur: İnsan iradesinin sınırları nereden başlar ve nerede biter?

Yani insanlar yetişkin olunca hür olurlar… Peki, ama Allah’a ve ahirete inanıyorlarsa?

İnanan insanlar da hürdürler ama yine de Allah’a ve onun yüklediği amaca karşı hür değil Abdullah’tırlar.

Başka bir yönden bakarsak:

Bilhassa canlılar, temayül (tercih ve yöneliş) içindedir. Hareketlerinde ve tercihlerinde duygularının ve iradelerinin rolü arttıkça hayat seviyesi ve kalitesi artar ve sınavın biçimi değişir.

Hayvanların tercihlerinde aklın ve iradenin rolü azdır ama duyguların -ve bilhassa hiddet gibi negatif ve şefkat gibi pozitif duygularının- rolü yüksektir.

İnsan ise, insan olalı beri, kuvvetini adaletinin ve merhametinin eline vermiştir. Neyin adilane ve neyin zalimane olduğunu ve neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu ölçmek için kendisine verilen akıl kuvvesini ve vicdan nimetini “adaletle hükmetmek” için kullanırsa Allah’tan talep ettiği sırat-ı müstakim duası kabul edilmiş demektir.

Yani “adaletle hükmetmek” sadece mahkemedeki hâkimin işi değildir. Her insan ve bilhassa mümeyyiz olan her yetişkin, sorumluluk gerektiren her kararında aslında bir hüküm vermektedir ve her fiilinde aslında bir hükmü icra etmektedir. Aracında gaza ya da frene basarken bile…

İşte o yetişkin, Allah’ın indirdikleriyle yani adaletle ve Allah’ın adıyla hükmederse mana-yı harfî ile adalet etmiş olur ki ne mutlu ona.

Yok, eğer Allah’ın indirdikleriyle değil de nefis ve şeytanın kandırması altında hükmederse veyl olsun ona.

İnsana hükmetme hakkı veren demokrasinin Allah’ın hükmüyle ilişkisine gelince…

Demokrasi terimi (tabiri) Yunancadan gelmedir ama bu kelimenin işaret ettiği kavram (mefhum), “meşveret” ve “şûrâ”dır. Bu ise Allah’ın hem kelam sıfatından gelen vahyî şeriatının ve hem de irade sıfatından gelen tekvinî şeriatının bildirdiği “istişare etme” emrinin bir gereğidir.

Demokrasi, insan topluluklarına; kendi mallarının yöneticilerini seçme, yönlendirme ve denetleme hakkı verdiği için iyidir. Mesela İhlas Risalesinde atıf yapılıp övülen iştirak-i a’mal ve iştirak-i emval şirketlerinin tipik özelliği, demokrasiyi bir yönetim modeli olarak benimsemiş olmalarıdır. Şirketleşmenin zirvesi olan kooperatifleri ve halka açık anonim şirketleri biraz bilen herkes, insanlığın büyük bir keşfi durumundaki bu modelin gerçek bir meşveret sistemi üzerine kurgulanmış olduğunu da bilir. Kötü adamların eline geçerse kötüye kullanılma ve sömürü riskleri içermesine rağmen. (Zaten kâinatta hiçbir şey hayr-ı mahz değildir. Önemli olan “çoğunluk sağduyusu”na güvenebilmektir.)

Kişinin içten gelen duygularla kendi kendisini hayra ve iyiye sevketmesi (yöneltmesi/yönetmesi) iyidir. İdeal olanı budur. Bu sebeple yetişkin insan için aslolan “özyönetim”dir. Bu sebeple dinler ve İslam, kalıplardan önce kalplere nüfuz eder. Öyle olursa iyi olur, doğru olur.

Kendi iradesini kendi elinde tutan insan başka insanlarla ilişkileriyle ilgili karar ve icraatında Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse ne olur?

Maide Suresinin 44, 45 ve 47. ayetlerinde geçen biçimiyle “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler”, sırasıyla; kâfirlerdir, zalimlerdir ve fâsıklardır.

Öncelikle belirtelim ki Bediüzzaman ve başka müfessirler bu ayetteki “hükmetmezse” ifadesinin “hükmetmek gerektiğini tasdik etmezse” olarak izah etmişlerdir.

Bu ayetlerin genel çerçevesine bakınca anlıyoruz ki “Allah’ın indirdikleri”nden kasıt sadece Kur’an da değildir. Tevrat ve İncil de kendi döneminde ve kendi muhatapları için çerçeve hükümdür.

Vahiy ve şimdi bilhassa Kur’an, hükmetmeyi dileyen için ve hükmetmek zorunda olan için “inanıyorsa” bir anahat ortaya koyar, bir anlam haritası çıkarır. Allah namına başlamayı ve bitirmeyi, Allah namına sevmeyi ve nefret etmeyi, Allah namına hükmetmeyi esas tutan bir “dış çerçeve” çizer. Bu muhakemenin ayrıntılarını Hadisler ve Sünnet belirler. Bu hükümlerin somut olaya uygulanması aşamasında gereken ince işlemeleri ise içtihat dediğimiz hükümlerle müçtehitler yapar.

İmanı kuvvetli mü’minlerin meşvereti, birinci ve ikinci ve bazen üçüncü kademedeki hükümlerin somut olaya uygulanmasında icma’yı yani genel ve ortak kanaati ortaya çıkarır.

İmanlı milletin demokrasisi imanı kuvvetli milletvekillerinin Meclisini ortaya çıkarır. O Meclisin genel kurulunun duvarında “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazar. Yani “milletvekilleri hürdür, hiçbir tesir altında kalmadan ve kendisini seçip temsille vazifelendiren millete dayanarak kararını verir” der.

O Meclis, hâkimlere, davada uygulayacakları kanun “hüküm”leri yazıp Resmî Gazetesinde yayınlarken de haddini bilir. Allah’ın indirdikleriyle hükmeder yani vahye istinad eder, zulme kapı açmaz, adaleti emreder.

O Meclisin kanunlarını uygulayan hâkimler somut olayda kanun hükümlerine uygun mahkeme hükmü yazarken haddini bilir. Allah’ın indirdikleriyle hükmeder yani zulmetmez ve adalet eder.

O Meclisin kanununu uygulayan bürokratlar keyiflerini kanun yapmaya kalkmazlar. Milletin hizmetkârı olduklarının ve ona hesap vereceklerinin farkında olurlar, milletin iradesine tâbi ve hatta teslim olurlar.

Demek, demokrasinin kalitesi seçilenin kalitesiyle ilgilidir. Seçilenin kalitesi seçenin kalitesiyle ilgilidir. Seçenin kalitesi ise Allah’a ve ahirete imanının kalitesi ile ilgilidir.

Demek, sistem meseleleri, özünde “insan kalitesi” ile ilgilidir. Bu sebeple Allah’a ve ahirete kuvvetle iman etmeyi sağlayan “iman hizmeti” her zaman ve her şartta, dünya için de ahiret için de her şeyden önemlidir.

İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman çok partili ve seçimli bir siyasî sistemden yanadır. Ama bu sistemin kalitesinin insan kalitesi ile ilgili olduğunun da bilincindedir.

Bu sebeple kendisi parti kurmamış, kurdurmamış, daima partiler üstü kalmıştır. Bediüzzaman siyasî bir tutum olarak; öncelikle, sivil ve ihlâslı din hizmetlerinin önünü açacağı için Demokrat Partiye oy vermiş ve verdirmiş, sorana da sebebini izah etmiş ve ettirmiş, ikinci olarak da siyasîleri ve siyaset meraklılarını adalete ve hakkaniyete davetle tenvir ve irşad etmiştir.

Bediüzzaman’ın henüz hayatta olmadığı dönemde 1876’da açılan birinci Osmanlı Meclisi ulema sınıfından yeterli destek alamadığı için uzun ömürlü olmamıştır. 1908’deki anayasalı rejim denemesi ulemanın ve bilhassa Bediüzzaman’ın da desteği sayesinde kısmen daha uzun ömürlü olmuş ama yine de manileri çok olmuştur. 1950’de başlayan üçüncü demokrasi denemesi ise –darbelerle girilen kısa kesinti dönemlerine rağmen- Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin de desteğiyle bugüne kadar gelmiş ve İslam dünyasına ümit olmuştur.

Bu ümidin bundan sonra da sürmesi ise bilhassa dünyayı doğru okuyan dindar gençlerin demokrasiye katkısıyla doğrudan ilgili olacaktır.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*