Yeryüzü dürüldüğünde kar beyazdır ölüm

Âdemoğlu kuraklığa karşı yağmur duasını yapıyor. Birkaç gün sonra kar doğayı beyaza bürüyor. Altı Şubat saat 4:17’de bulunduğum Malatya dahil on bir il depremin sarsıntısı ile uyanıyor. Kiracısı olduğumuz dünyada zaman felâketin acısıyla duruyor. Bir dakikalık depremin etkisine dayanamayan binalar çökerken can pazarı başlıyor. Aynı gün ikinci depremle an itibariyle 50 bin kişi vefat etti. Ölüm ile hayat çizgisini bir sırat köprüsü gibi geçebildik. Endişe, korku, umut… Tekbirler ile tevbeye, salavatlar ile şefaate talip olduk. Kapına geldik Ya Rab! Kapına geldik!

Yokluk ve varlık arasında insanlık sallanıp durur. Dökülür üstündeki yükler: Mülk, makam, para, kısacası varlık. Zengini fakirle, evi olanı evsizle eşitler. Sofrasında bol çeşitli menüleri olanı tek çeşit yemekle eşitler. Deprem sonrası herkes bir kâse sıcak çorbaya hasret olur.

Depremde insanlar bulundukları kapalı ortamdan kaçmaya başlar. Oysa asıl kaçış günahlardan olmalı. Haset ve kinden sevgi ve huzura kaçmalı. Haramın zerresinden helalin zirvesine kaçmalı. Küskünlüğün soğukluğundan barışın sıcaklığına kaçmalı. Bir binanın sarsılması gibi Ademoğlu da manevî kirlerinden sarsılmalı. Ahlâk ve iman çizgisinde. Sarsıntının merkezini yüreğinde hissetmeli. Sahibiyim dediğine seyirci olurken… Bir yandan ölüm çığlıkları, bir yandan kurtuluş umudunun sessizliği…

Bir yerde bıraktığımız rahatı başka bir yerde arar olduk. Araçların içerisinde düşüncelerimizle birlikte bedenlerimiz de üşüyordu. Çünkü ayaz, kara misafir olmuştu. Kar gelinlik gibi değil bu defa bir kefen gibiydi. Kâbusu gibiydi tabiatın. Altı aile bir çadır hasretiyle tüm imkânları birlikte kullanıyorduk. Beğenmediğimiz bir garaja yıllar sonra muhtaç olacağımızı düşünemezdik. Garajda kalırken ne yemeğinden şikâyet eden vardı ne de giyiminden. Çünkü hayatta kalma arzusu diğer imkânların yokluğunu hissettirmiyordu. Can pazarında yeme içme, konfor gibi hususların eksikliği kendiliğinden yok olup gitmişti. Üç oda bir salona sığmayan bedenler küçük bir depoya sığmakla birlikte yürekler bir sahra kadar büyüktü. Tahammül hiç bu kadar zirve yapmamıştı. Horlamalar bile derdimizin melodisiydi sanki ya da yorgunluğun derecesi… Sabahın söylentisi, derde rağmen neşesiydi. Uyku, unutturan bir büyüydü sanki. Anladık ki rahatta sınır yok. İnsan isteklere doyumsuz, geçmişe kör. Kıyamadığımız eşyalarımızı arkamıza bakmadan terk edip gidiyorduk gözü yaşlı bir şekilde. Dünyanın maddî yükünü taşıma bu defa hasarlı binalara kalıyordu. Bu çile Rabbimden rahmeti istemeye vesiledir. Ağlamak gözü, gönlü temizlermiş rahmet damlaları gibi…

Bir âşık vardı; maşukun altında kaldığı enkazın başında. Kar altında, bir ümide bağlanmış bedenler soğuğu hissetmiyordu. Evlilik arifesinde gelinlik giyme hayaliyle. Doğa beyaz, hayal bembeyaz. Geçen dakikalar ile birlikte umutlar da kararıyordu gönül dehlizinde. Ses hayat, sessizlik hayata tutunmaydı. Gelmiyordu; seni hayata bağlayan bir nefes, bir ses. Gözlerimiz yaşlı, yeryüzü tenha. Kaç yüreğe acını bırakıp gittin Talha. Sen susunca sesine susamış gönüllere sükûtun ağır geldi. Firakınla gönül enkazımdasın hâlâ. Uzanan bu bedene yakışmıyor toprak dökmek. Bilmiyorum ki hangi söz acını örtecek. İsmini aldığın Sahabe gibi Cennet mekânın olsun. Sen Efendimizinin (asm) asırlar önce müjdelediği şehidimsin. Sen Mevlevî diliyle Şeb-i Arûz’umsun. Bediüzzaman’ın diliyle; toprağa düşen bir tohum gibi bâkî bir meyvenin sünbülüsün, bir tebdil-i mekânısın. Ölüm; canlı çıkılmayan bir vuslat kapısıdır lezzetleri yok eden. Çünkü değişen zamandır değişmeyen ise ölüm.

Sevgisi için; “Yarım bıraktı gitti” diyen bir annenin elini tuttuğunda Rabb-i Rahman’dan ikinci depremin saatine denk gelen Ra’d Sûresi’nin depremin dakikasına denk gelen ayetindeki teselliden habersizdi. “O güzel son, babalarından, eşlerinden ve çocuklarından lâyık olanlarla birlikte girecekleri Adn cennetleridir; melekler de ‘Sabretmenize karşılık elde ettiğiniz esenlik daim olsun! Dünya yurdunun ardından ulaştığınız sonuç ne güzel oldu!’ diyerek her kapıdan onların yanına girerler.” (Ra’d Suresi, 23-24) Dünya sana küsmüş iken Cennetin sana güldüğünü görmez misin? Kaygın meleklerin “selamına” vereceğin cevaba olsun.

Göreceli olarak, en tesirli nasihat olan depremden etkilenmeyenler de vardı. Bir yandan enkaz altındaki cana tepki veren kedi, köpek Afad ekibine yol gösterip hayat kurtarıyordu. Bir yandan ise insanlıktan nasipsiz insan(!), içinde can olan bir enkazdan mal çalabiliyordu. İşyerini yağmalamak ise bir farklı nasipsizlikti. Hakkı olmayanı almak hakka hürmetsizlikti. Adam dediklerimiz manevî depremde gitti. Çünkü vicdan fayları kırıktı. Çürüyen binalar değil insanların maneviyatıydı. Onu da tamir etmek binayı tamir etmekten zordu. Fay kırıklığından gönül burukluğuna her şeyi yaşadık.

Enkaz altında kalan çocuğunun cansız kolunu tutan bir babanın gözyaşları tüm yüreklere tesir ediyor. Ya ceset torbasındaki çocuğunu kucağına alan babanın yükü?.. Gökkubbeyi sırtlamış gibi… Tıbbın imkânsız gördüğü kurtuluşlar ikram oldu daralan yüreklere. Depremin onuncu günü sağ çıkan bedenler vardı. Bebekler annesiz yaşamaz bilirdik. On gün sonra sağ çıkan bebekleri gördük parmaklarından şerbet içen. Bu Allah’ın kullarına gösterdiği bir ibretti. Yaşatan da, öldüren de O (cc). Anlamı yer sarsıntısı/deprem olan Zilzal Suresi sekiz ayetiyle kıyameti anlatıyor. Sonunda zerre kadar iyilik yapanın mükâfatlandırılacağını, zerre kadar kötülük yapanın cezalandırılacağını haber veriyor. Deprem de vefat eden onbinlerce insana bir nevi kıyamet oldu. İyilik ve kötülük terazisinde ağır basan kefedeki sermayeleri ile varacaklar Hakkın huzuruna. Deprem vefat edenlerin kıyameti iken sağ kalanlara verilen bir fırsat, bir nasihattı. Fırsatı değerlendiren, nasihatten nasiplenen bir ömür yaşayabilmek dileği ile; kar beyazdır ölüm…

1 Yorum

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*