Bir kısım dağınık tefekkürler

Evimizde eşimin ananesinden kalma bir menekşe var. Ortası sarı, kendisi mor bir arkadaş. Bize ilk geldiğinde çiçekliydi, zaman geçtikçe o çiçekler soldu ve pörsüdü. Artık iyice boyunlarını büktükleri bir gün ise baktım kayınvalidem, solan kısmı koparmış. Sade yeşil yaprak kaldı. Yine zaman geçti. Baktım solan kısmın yerine taze ve yeni başlar uzanıyor. Boynu bükük, cenin pozisyonunda tomurcuklar yavaşça olgunlaşıyor. Günleri geldiğinde ise tüm zinetlerini takınarak, kendi sanatkârlarının azametine medihelerini sunuyorlar. Açıyorlar yani. Küçücük olan çiçekleri sabah yapraklarını açıyor, akşama doğru büzüşüyor gibi. Fakat yeterince büyüdükten sonra hep açık kalıyor o yapraklar. Bir avuç kadar bir saksıda tezgahını atmış işleyen bu menekşe, defalarca bu süreçlerden geçti. Tomurcuklarının açmasını beklediğim günlerden birinde -muhtemelen perdeyi açmak için- salona girdim. Başka yere yönelecek olduğum halde çiçek açan bir tomurcuk adeta tuttu yakamdan, kendisine yaklaştırdı beni. “Bir dakika. Benim sizde bir maşaallah’ım olacaktı, bir alabilir miyim onu?” diye kesti yolumu, borcunu istedi. Gayr-i ihtiyârî döküldü ağzımdan “Maşaallah” kelimesi. Borcumu ödemiş oldum mu?

* * *

Şu birkaç aylık süreçte aynı Kureyş suresinde geçtiği gibi “rıhlete’ş-şitâi ve’s-sayf” yani bir kış, bir de yaz yolculuğu yapmak nasip oldu. Aslında yolculukların kendisi farklı mevsimlerde yapılmış değildi; fakat gittiğimiz bir yer sıcak, diğeri soğuktu. Urfa’da yandık, Rize’de üşüdük.

Urfa garip yer, mübarek yer. Şalvarlı ve sarıklı amcaları, parıltılı kadifelere bürünmüş kadınlarıyla farklı bir yer. Bir Karadenizliyle karşılaştırıldığında yedikleri, içtikleri, konuştukları şeyler hep farklı. Ramazan Bayramının üçüncü günü, sokaklarında ilk kez dolaştığımda yabancı bir ülkede dolaşıyorum hissiyatı olmuştu. Ertesi sabah gündüz gözüyle gördüğümde ise Urfa’yı çok sevdim. Çok garip, dünyanın bunca değişimine rağmen insanlar nasıl değişmeden kalabilmiş? Sanki eski zaman insanlarıyla aynı cadde ve sokaklarda yürüyorum. Üstadın Muhakemat’ta geçen şu sözünü hatırlatıyor bana Urfa; “Güya muasırlarımız, üçüncü asrın nihayetinden on üçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmuzeci veyahut melez bir kavimdirler.” Yani zahiren aynı asırda yaşıyoruz, fakat geçmiş asırlardan kalan insanlar da var sanki kalabalıklar içinde. Bu durumu ben çok sevdim. Belki başka yerde hiç görmediğim için… Böyle olması oralarda tefekkürü kolaylaştırıyor gibi. Yani Hz. İbrahim’in yürüdüğü yollardan, geçtiği yerlerden geçerken hakikaten bir zamanlar onun buralardan geçtiğini hayal edebiliyorsunuz. Bir de gökyüzünü seyretmek çok güzel Urfa’da. İstanbul’da gökyüzü, yüksek binalar arasında küçücük kalıyor. Rize’de de mesela dağlar var görüş alanını kısıtlayan. Hayatım ekseriyetle bu iki yerde geçtiği için başka yerlerde gökyüzünün nasıl göründüğünü bilmezdim pek. O yüzden bir vesileyle Tokat’a ilk gittiğimde çok hayret etmiştim. Gökyüzü kocaman gelmişti. Urfa’da da öyle. Gökyüzü kocaman ve masmavi. Bulutları izlemek ise sinema levhalarını seyretmekten çok daha lezzetli. Altta yeşil buğday tarlaları, üstte beyaz bulutlarıyla mavi gökyüzü.

Rize ise… Rize güzeldir. Biz gittiğimizde dağlar karlı, hava soğuktu. Buna rağmen kiraz ve elma ağaçları nazenin gelinler gibi çiçek açmış, tarlada insanlar çalışmaya başlamıştı.Üstad’ın gökyüzü ile yeryüzünün bir güzellik müsabakasında olduğuyla ilgili muhteşem bir tasviri var İşaratü’l-İ’caz’da. Daha önceki bir yazımızda da bahsi geçmişti: “Bu iki âlem arasında şöylece bir müşabehet ve mümaseletin düşünülmesi de aralarında bir müsabaka ve rekabeti tahayyül etmekten neş’et eder. Şöyle ki: Arz ve semâ, güzellik müsabakasına girmek için lâzım gelen ziynetlerini takınıp hazırlandıkları zaman, arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer, oturur. Bahar mevsimi gelince o beyaz elbiseyi üzerinden çıkarır, zümrüt gibi yeşil halılarını sahrâlarına serer. Yem yeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılâp ve manzaralarıyla kudret-i İlâhiyenin mu’cizelerini hikmet-i İlâhiyenin nazarına arz eder. Buna karşı cevv-i semâ dahi azamet-i İlâhiyeyi izhar etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim eder.”

Müthiş ya. Tam anlamıyla müthiş. Zemin nasıl yeşil gömleklerini giyiyor, kardan mamul sarıkları dağların başına takıyorsa; gökyüzü de dağlara benzeyen bulutlarıyla arz-ı endam ediyor bu müsabakada. Fakat sema bizi hoş görsün, bahar mevsiminde yeryüzünün şu zinetlerini gördükten sonra “Bu güzellik yarışmasının kazananı zeminimizdir” diyorum…

* * *

Evet, bunca güzellikleri ve çok sevgili akrabaları kısa bir ziyaretten sonra yine evimize döndük. Ayrılık zor fakat kalmak da kolay değil. Nerede olsa, insan diğer yeri özlüyor. Bu da “Bu dünyada müstekar değiliz” fikrini uyandırıyor. Hakiki vatan ancak Cenab-ı Hakk’ın makarr-ı saltanatı olsa gerek. Vesselam.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*