Bizden misiniz?

Bizden misiniz?

Hoş görmek…

Gerekliliğini herkesin savunduğu, ancak yine herkesin eksikliğinden dem vurduğu bir eylem. Hoşgörüyü gerektiren en temel sebep bir arada yaşama ihtiyacı. Yalnızca büyük toplulukların değil, iki insanın bir arada yaşaması bile hoşgörüyü gerektirir kuşkusuz. Hiçbir insanın bir diğerinin aynı olmadığı, arada muhakkak belli ölçüde bir farklılığın bulunduğunu düşünürsek, bir topluluğun, bir toplumun bir arada yaşayabilmesi için hoşgörünün ne kadar önemli olduğunu bir derece de olsa anlayabiliriz. Çünkü hoşgörü bu farklılıkların kabullenilmesidir. Yani hoşgörünün bize esas lazım olduğu, hoşgörünün gerçekten hoşgörü olduğu yer farklı olana karşı tutumumuz.

Dünya üzerinde milyonlarca insan, bu milyonlarca insanın farklı milletleri, farklı inançları, farklı yaşam tarzları var. Biraz çemberi daraltırsak içinde yaşadığımız ülkede, içinde yaşadığımız şehirde, yakın çevremizde…

Pek çok insan farklılıktan korkar veya tedirgin olur. Hayatımız boyunca içinde yaşadığımız ve “bizim gibilerden” oluşan fanusun dışına çıkmak ya da en azından dışını görmeye çalışmak kolay değildir. Bizim gibi giyinen, bizim gibi düşünen, bizimle aynı geleneklere/kültüre sahip, aynı dile, aynı inanca, aynı siyasî görüşe ya da ideolojiye sahip insanların içindeyken kendimizi güvende hissederiz. Bir şeyleri kabul etmemiz gerekmez, ‘hoş  görmemiz’ gereken farklılıklar daha azdır. Ancak farklı olan, ‘bizden olmayan’ karşımıza çıktığında işimiz zorlaşır. Çünkü hoşgörü herkesin sahip olabileceği bir erdem değildir.

Çevremizde ötekileştirecek şeyler bulmak kolaydır. Bir araya getirecek noktalar bulmak ise zor. Kutuplaşmak/kutuplaştırmak kolaydır, birleştirmek ise zor. Belli ki kolay olanı daha çok tercih ediyoruz.

Çoğunluğun hoşgörüsü

Hoşgörü her ne kadar bir arada yaşamanın bir gerekliliği olsa da, en çok azınlıktayken yokluğu hissedilir. Bir yerde çok olan ‘biz’ isek (bizim gibi düşünen, bizim gibi inanan, bizim gibi yaşayan, bizim giyinen…) hoş görülmek o kadar hayatî olmayabilir. Zaten çoğunluktayızdır. Ancak azınlıkta olan taraf isek hoşgörü bir anda en önemli şey olur. Baskı ya da zorbalığa uğramamak, asimile edilmemek, farklılığımızla yaşayabilmek için çaba sarf ederiz. Diğerlerinden beklentimiz bize benzemesi değil, yalnızca bizi hoş görmesi olur. Belki de bu yüzden hoşgörü daha çok çoğunluktayken anlam kazanan bir eylem.

Dünyamızda yeri olmayan, fikirlerimize ya da yaşantımıza bir şekilde ters düşen bir duruma karşı hoşgörü göstermek bir anlamda onu tanımak, varlığını kabul etmek demektir. Oysa özellikle şiddetle karşı olduğumuz durumlar karşısında, diğerinin varlığını kabul etmek dahi kendimize ya da değerlerimize karşı saygısızlık olarak algılanabilir. Özellikle millî-manevî duygular söz konusu olduğunda bu durumla sıkça karşılaşırız. ‘Öteki’nin varlığını kabul etmek dahi zordur. Bunun yerine inkâr etmek ya da etiketlemek çok daha kolaydır.

Hoş görmek mi?
Hor görmek mi?

Günümüzde insanları farklılıklarından dolayı ötekileştirmek, eskiye nazaran daha çok tepki topluyor. Ancak bu tepkinin neticesi gerçek anlamda hoşgörüyü içeren bir kabullenmeden çok, hoşgörüyü lütuf gibi sunan bir tahammül. Halbuki farklılık tek taraflı değil, karşılıklı olarak birbirini var eden bir durum. Ancak üstünlük kompleksini içinde barındıran bir farklılık algısı, ister istemez hoş görme eylemini hor görmeye yaklaştırabiliyor.

‘Hoş görmenin’ yerini ‘hor görmek’ aldığında ortaya çıkan manzarayı bu günlerde çok daha net görebiliyoruz. Hoşgörüye asıl ne zaman ihtiyacımız olduğunu, hatta hoşgörünün ne olduğunu yeniden düşünmek giderek daha önemli hale geliyor. Herkes hoşgörü beklese de az sayıda kişi onu gösterme çabası içinde. Oysa hoşgörü biraz da hak edilen bir şey değil midir? Onu almak için vermek de gerekir. Neticede bize “farklı” olana biz de farklıyız. Bize “yabancı” olana biz de yabancıyız. Bize “öteki” olana biz de ötekiyiz. Hatta pek çok zaman ötekinin varlığı bizimkini anlamlı kılar. Özellikle millî duygular söz konusu olduğunda geniş bir perspektiften bakarsak, başkalarının varlığı üzerinde yükselmiş bir ulusal bilinç görürüz. Ancak bu duygu daha çok yukarıda bahsettiğimiz üstünlük-aşağılık algısı temelinde gelişir ve farklı etnik kökenden insanlar değil “biz” ve “onlar” vardır. Bu nedenle hoşgörü geniş bir pencereden olaylara, durumlara, kişilere bakabilmeyi gerektirir. Hatta belki de hoşgörü bir kabiliyet, herkesin sahip olamadığı bir yetenektir.

Bugün küreselleşmeden, dünyanın bir köy haline gelmesinden, insanların çok daha rahat iletişim kurabilmesinden bahsediyoruz, buna rağmen ayrışma, kutuplaşma, hoşgörüsüzlük de gündemimizi meşgul ediyor. İnsanların birbirini tanıma, bir araya gelme, diyalog kurma imkânı bu kadar artmasına rağmen beklenenin tam tersi bir değişim meydana gelmesi oldukça düşündürücü. İletişim teknolojileri birçok kişinin farklılıkları görüp tanımak için değil, daha çok kendisi gibi olanların düşüncelerini, tepkilerini öğrenmek için kullandığı bir mecra. Tanımadığımız (ya da tanımak istemediğimiz) diğerleri hakkında ise kolayca yargıda bulunabiliyor, onlar hakkındaki spekülasyonlara çok fazla düşünmeden inanabiliyoruz. Böyle bir iklimde elbette hoşgörülü olmak, farklılığa saygı duymak bir sorumluluk değil, farklı olana yapılan bir iyilik haline geliyor. Bu nedenle hoşgörünün sınırlarını dar tutmamakta ve bu sınırları belirlerken neyi baz aldığımızı düşünmekte fayda var.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*