“Müsâmaha” mı dediniz!?

Arapça “sâmehe” fiilinden türetilmiş “mimli” bir masdarımız şu “müsâmaha.”

Ya da daha bir Türkçe telaffuzu, şu güncel ifadesi ile şu “hoşgörü”müz…

Arapça’da, günlük dilde, daha çok bir rica ifadesi olarak; bazen bir iş için, bazen de bir konuda konuşmak için izin isteme anlamında kullanılmakta.

Terim, hem de dinî anlamı itibariyle, kısaca, dinin şu ölçü, hem de sınırlarını belirleyen, aynı zamanda, Türkçemizdeki şu “anlayışlı olmak, nezâketli, yumuşak davranmak, muhatabın kusurlarına karşı anlayışlı, hem de mütehammil olmak, onlara fazlaca takılmamak” anlamına karşılık gelen, daha geniş, daha kapsayıcı, şu gayet zengin, hem de bir o kadar da “engin” şu mânâya tekabül etmekte…

Hz. Peygamberin sîretini hem tasvir, hem de şu “medih” muvâcehesinde, Kelâm-ı Ezelî’de ona hitaben şöyle buyrulmakta: “Allah’ın rahmetinin bir inikâsı olarak sana bahşettiği şu ‘merhameti’ sayesinde, onlara, yani şu insanlara karşı ‘yumuşak’ ve de ‘hoşgörülü’ davrandın. Eğer sen, ‘katı kalpli’ olsaydın ve onlara olan şu muamelende onlara ‘sert ve de kaba’ davransaydın, şüphesiz ki, şu insanlar, senin etrafından dağılır, seni tek başına, şu ‘yalayalınız’ bırakıp giderlerdi…”

Diğer bir âyet-i kerimede ise “Güzel bir söz ve bir bağışlama, sonrasında, ihtiyaç sahibini şu ‘minnet’ altında bırakan, ona ‘ezâ veren’ şu sadakadan, öyle bir bağıştan çok daha hayırlıdır…” denilmekte.

Ama başka bir âyet-i kerimeye nazar edince gördüğümüz, Hz. Peygambere ve onun şahsında biz müminlere hitaben “Kâfirlerle ve şu münafık olanlarla cihat et, onlarla savaş; onlara karşı ‘sert ve de katı’ davran!” meâlindeki şu şiddetli ve önemli ikaz yapılmakta.

Hadislerde, şu “hoşgörü”nün nasıl olması gerektiği ilgili örneklere, hem de ona bağlı şu tavsiyelere baktığımızda, karşımıza, en evvel, hemen herkesin, hemen hepimizin bildiği şu “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!” meâlindeki meşhur hadisi çıkmakta.

Ama hırsızlık yapan, soylu, tanınmış, şöhretli bir kabilenin kızının şu “hırsızlık cezasının affı” için, kabilesi tarafından aracı kılınıp Hz. Peygambere gönderilen Üsâme bin Zeyd’e Hz. Peygamberin, şu taaccüp dolu, istifhamî şiddetli tepkisi ve şu sözü gayet derece mânidardır: “Ey Üsâme! Sen, Allah’ın, kendi kelâmında, icrasını bizzat emrettiğini bildiğin bir hükmün, şu ‘kesin ceza’nın affı için, nasıl olur da, şu aracılığı kabul ediyorsun!? Vallahi, şu tebeyyün etmiş hırsızlık fiilini, şu işlenen suçu, eğer Muhammed’in en sevgili kızı şu Fâtıma da işleseydi, ben, hiç tereddütsüz onu da cezalandırır, onun da şu elini keserdim!”

Bu âyet-i kerimelerden, hem de şu hadis-i şeriflerden çıkarılabilecek nihaî sonuç, belki de pek çoğumuzun şu yanlış ya da eksik bildiği veyahut şu “kanıksadığı” üzere, aslında, her zaman ve her yerde, hem de şu bütün insanlara karşı, şu bütün durumlarda şu “müsâmaha” ya da “hoşgörü”nün mümkün olamayacağı, kullanılamayacağı hükmü olsa gerektir.

Risale-i Nurlar’a, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî’nin, uzunca sayılabilecek, pek çok güzel hikmetli hatıra, hem de pek çok yaşanmışlıklar ve de çilelerle dolu şu sergüzeşt-i hayatına, dikkatli bir im’ân-ı nazar ile bir atf-ı nazar ettiğimizde, konuya mümas, hem de yukarıda tâdat olunan şu âyet ve de hadislerde geçen, hem de, şu hakikatte, gayet geniş ve de derin, hem de uzun, birbiriyle şu zâhirde çelişkili, mütenâkız gibi gözüken şu “hoşgörü”nün şu iki yönünü, şu en kısa, en öz, hem de şu “sehl-i mümteni” tarzında, gayet akıcı, “şiirsel” bir tarz-ı ifade ile, en veciz bir üslûpla ortaya koyan, hülasa eden en önemli pasajı olarak Lemeât’ında gözümüze, hem de önümüze şöylece tezahür etmekte:

“Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zâtta: Müsâmaha, hamiyet. Fedakârlık; bir haslet, bir amel-i sâlihtir.

Mütekellim-i maâlgayr olsa eğer o zâtta: Müsâmaha, hıyânet. Fedakârlık; bir sıfat, bir amel-i tâlihtir…”

Kısaca bir açıklamasını şöylece yapabiliriz zannediyorum:

Eğer kişi, şu birinci tekil şahıs bağlamında; yani kendi adına konuşuyor, şu kendi hesabına hareket ediyorsa, onun, bu anlamdaki şu müsâmahası/hoşgörüsü, bu tavrına bağlı olarak kendi hakkından vazgeçmesi, feragat etmesi, karşı tarafın kusurunu affetmesi, onu helâl etmesi, şu yumuşaklığı, nezâketi, elbette övünülecek bir davranış, hem bir özveri hem de bir fedakârlıktır. Hem de kişiye şu “sevap” kazandıracak en hayırlı bir iş, teşvik edilecek en sevaplı bir ameldir.

Ama eğer o kişi, bir kurum, bir müessese, hatta nihayetinde, şu devlet ya da bir cemaat, meselâ bir topluluk adına konuşuyor, üstelik de şu karar merciinde ise, onun, şu yazılı, herkesi bağlayan, herkesin uymak zorunda olduğu şu kurum kurallarını, devletin işleyişindeki kanunları, şu hukuk ilkelerini, hülasa, bütün şu “kırmızı çizgiler”i hafife alan, önemsemeyen şu müsâmahası, sözüm ona şu “hoşgörüsü”, aslında, o topluluğa, o cemaate, o kurumda çalışanlara, nihayetinde şu devlete karşı “hıyanete” dönüşmekte… İstisnasız, herkesin uymak zorunda olduğu bütün şu kuralları, hukuku, tüzüğü, yönetmelikleri, kendi yakınları, şu kendi yandaşları için eğip bükmekte, kanunları sû-i istimal etmekte, sayılamayacak sayıdaki şu kul hakkına girip, dehşetli bir zulmü irtikap etmekte, şu fırsat eşitliğini en temelinden zedelemekte.

Neticesinde de; ya bağlı olduğu şu cemaate, topluluğa ya da şu kendi öz vatanına, şu aziz milletine karşı “affı asla mümkün olmayan” şu “ihanet” fiilini işlemekle, en çekinilmesi gereken en meşum sıfat olan şu “hâin” damgasını, bir ömür boyu silinmez kara bir leke olarak şu alnında taşımakta, belki de hiç tövbeye, hem de şu “helâlleşmeye” dahi hiç fırsat bulamadan, şu boynunda, herkesin, ta uzaklardan görebileceği, seçebileceği büyüklükteki şu kalın harflerle “mücrim” sıfatı yazılı olarak, bu fânî âlemden çıkıp gitmektedir.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*