Gemi yolcuları istiaresi

İbni Ömer; “Bir gün Resûlullah (asm) benim iki omzumu tuttu ve: ‘Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol’ buyurdu” der. Büyük Üstad da “İnsan bir yolcudur” derken İslam’ın ilk ve talihsiz feylesofu Kindî bu yolcuyu bir gemiye bindirir.  Meşhur gemi yolcuları istiaresi bu hakikati ifade eden veciz bir tablodur.

Kindî’nin üzüntülerden kurtulmanın yollarını anlattığı er-Risâle fî Def’il Ahzân isimli eserinde yer alan metafora göre bir gemi geçici bir süreliğine bir takım ihtiyaçlar için, içinde çeşitli cazibeli şeyler de barındıran bir adaya yanaşır. Adada çeşitli kıymetli taşlar, enfes meyveler ve görüntüsüyle insanı mest eden çiçekler vardır. Fakat adanın derinliklerine doğru gidildikçe bataklıklarla karşılaşılır ve çok değişik canavarların saldırı tehlikesiyle karşı karşıya kalınır. Bu arada gemiden uzaklaştıkça kaptanın kalkış çağrısı da işitilmeyecektir. Türlü tehlike ve badireler bu riski alanları beklemektedir. Geminin her an kalkabilme ihtimaliyle birlikte yolcular gemiden iner. Bir grup gemiyi kaçırmamak için ihtiyaçlarını bir an önce karşılayıp gemiye dönerken en rahat koltuklara geçip endişeden kurtulmuşlardır. Bir diğer grup ise gemiden uzaklaşmış ve adanın cazibesine kapılarak seyre dalmış fakat yine de kaptanın çağrısını duyup geri dönmüşlerdir. Ne var ki bu kimseler oturacak yer bulamaz ve yanlarında getirdikleri ağırlıklar ve -üstelik de solmuş olan- çiçeklerle beraber zahmet çekerler. En sonuncu grup ise adanın derinliklerine dalmış ve bahsi geçen türlü tehlikelere mübtela olmuştur. Kaptanın uyarısını duyamamış bu insanlardan kimisi canavarlara kurban giderken kimisi bataklığa batmış ve sefil bir şekilde can vermiştir.

Kindî bu istiareyle şunu söyler: Ey kârî! Bu mîsalde geçen insanlar dünyanın fâni olduğunu kavramaları ölçüsünde üzüntü çekmişlerdir. Geminin her an kalkabileceğini (ölümü) hatırında tutanlar muvakkat bir mola olduğunu bilip ona göre hareket edenler rahat ve güven içinde gemideki yerlerini almış; ikazı son anda duyup yetişenler sefil bir şekilde ölmekten kurtulmuş olmakla birlikte türlü ezâlara gark olmuşlardır. Hırsla adada gördüklerini toplamaya çalışanlar ise en bahtsız kimselerdir. Bunlar adaya iniş amaçlarını unutmuş, maksatlarının dışına çıkmış, riske girerek âdeta zehirli balı tatmaktan kendilerini alamamışlardır. “İşte” der Kindî, insanın bu dünyadaki hâli de tıpkı bu gemideki yolculara benzer. Meşru bir şekilde yararlanmak imkânı varken bununla yetinmeyip elini daha da uzaktakine uzatmak ve gözünü dikmek türlü sıkıntılara sokmakta ve bizlerin hem bu dünyada hem öte dünyada üzüntüye girmesine sebep olmaktadır. Helâl dairesinde bâkî meyveler olacak rızkı fânî ve haram dairesinden temin ederek ateş azığı hâline getirmekle bu yolculuktaki çeşitli sıkıntılara mübtela olan zavallıların hâline dönülür. Burada bizi bu maceraya sevk eden en etkili âmil olan hırsın önemine binaen etimolojisine bakacak olursak Arapça hrs kökünden gelen hırs (حرص) “Bir amaca ulaşma hususunda kişinin bütün benliğini saran şiddetli istek ve tutku” gibi manaları ihtiva eder. Bu kelimeye dair ilginç bir anekdot anlatılır. Atasözlerine dahi ilham olan devedikeni hikâyesi şöyle; develerin çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar, keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider, böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından telef olur.

İşte bu hırs eğer dizginlenmezse insanı felakete götüren bir faktör olur. Eğer insan akıbetini düşünür, itidal ve kanaat ile hareket ederse ancak bu acı sondan kurtulabilir. Aksi takdirde cezaya müstahak olunur. N. Topçu’nun da ifade ettiği gibi “Sonlu saadet, yakın bir bedbahtlığın başlangıcı olabilir ancak!” Bu sonu hayırlara değiştirmek de apaçık insanın gayreti ve Allah’ın tevfikiyle mümkündür.

***

Gemiye dönecek olursak, nasihat isteyen gençlere “ölüm var!” diyerek nasihate başlayan Üstad, âdeta geminin kalkacağını ihtar eden kaptanı andırır. Buna şeyh efendinin müridine ölüm rabıtasını tarif edip bunu ödev olarak vermesini de ekleyebiliriz. “Nasihat istersen ölüm yeter!” diyen Üstad, kainât kitabını okurken bir fenânın kaim olduğunu ve bir deveranın olduğunu tasvir eder. Âdeta bir haşir tablosu sunar akıl sahiplerine. Kur’ân bu deverana, haşre ve neşre atıflarla doludur. Usul-ü selâseden (üç temel iman esasından) biri olan mebde ve me’âd (başlangıç ve son; ahiret) kaidesi bu deveran üzerine kuruludur. Bunun farkında olan ise dünyanın aldatıcı, muvakkat bir geçimlik ve eğlence yeri olduğunu Kur’ân’ın işaretiyle birlikte tecrübeyle yaşar. Bu tecrübe kendisine kanaati telkin edip ihtirastan korur. Buna gözünü kapatan ise sadece kendine gece yapar. Bir deve kuşunun başını kuma batırmakla avcıdan paçayı kurtardığı vehmine kapılması gibi bir dalalete düşer. Bu da en hafif tabirle saflıktır. Fakat bütün bunlarla birlikte kanaatimizce ihtirastan, dünyanın cazibesinden kaçınmanın en güzel yolu kendini bu vartalardan, tehlikelerden kurtarmaya niyet etmiş ve bu konuda cehd eden, çaba gösteren kimselerle beraber olup beraber yol yürümektir. Biz buna sadık ve müstakim bir cemaat de diyebiliriz…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*