Hutbe-i Şamiye

“Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin!” [Zümer: 5]

Bu yazıyı 17 Ekim 2023 tarihinde yani İsrail’in Gazze’de hastane bombaladığı ve binlerce masum bebek, çocuk ve sivilleri şehit verdiğimiz katliam gününün akşamında yazıyorum. Filistinli arkadaşımın dediği gibi, “Kıyamet gününde Filistin’den, Kudüs’ten haberin var mıydı?” diye sorulduğunda “Yâ Rabbi bilmiyordum” demeyin diye ve “Elimden geldiği halde bir şeyler yapmadım” dememek için yazıyorum bugün.

Müslüman, bulunduğu zamanı ve kâinatı Kur’ân nuru ile okuyabilendir. Biz de asra ve etrafımızda olup biten hadiselere istikametli bir bakış açısı geliştirmek için böyle okumalara muhtacız. Okuduğu ile amel etmek yine bizim vasfımızdır. Yani bugün “İslam âlemi için ne yapabilirim ki?” diye bir düşünceniz varsa, şu an en güzel cevap okumaktır.

Akutta hislerin hâkimiyeti ile bazı reaksiyonlar verilse de kronikte maalesef ki farklı gündemler yavaştan günlük yaşantımızı işgal etmeye başladığında, bu akşam gördüğümüz küçücük çocukların masum bedenlerinin kefenlenişi ve geride kalanların korkuyla titreyen bakışları zihinlerimizden silinirken aynı şekilde Filistin için yaptığımız eylemlerin yerini de eski rutinlerimiz alacaktır.

Bu noktada yalnızca süreklilik gösteren bir okuma hali, hakikî ve uzun vadeli amel etmeyi netice verecektir.

Bediüzzaman Hazretlerinin Hutbe-i Şamiye eserini sizlerle paylaşmak istememin sebebi şu anda kendilerini mutlak bir güç gibi göstermeye çalışan korkakların tam da istedikleri gibi ümitsizlik içerisinde gaflete düşmek yerine, “Zaten İslam ülkeleri hep böyle işte” diyerek suçu birbirimize atmak yerine, din kardeşine “Müslümanlar şöyle, Müslümanlar böyle” diye iki tenkit cümlesi savurmak yerine, “Ben tek kişi olarak ne yapabilirim ki bu konuda? Elimden bir şey gelmez” diyerek insanî ve dinî sorumluluklarımızdan kaçmak yerine, artık bir şeylerin değişmesi için önce kendi hayatımı gözden geçirme cesaretini gösterebilmek ve olanlara farklı ve ümit dolu bir perspektif sunabilmek. Bu noktada da tüm hayatına ve davasına, bir gazete haberi üzerine ateşlenen hamiyet duygusu ile yön vermiş Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinden öğrenmemiz gereken çok şey olduğunu düşünüyorum.

Üstad Bediüzzaman, İngiliz Meclis-i Mebusanı’nda Müstemlekât Nazırı’nın elinde Kur’ân-ı Kerîm’i göstererek “Bu Kur’ân, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız” diye hitabede bulunduğu gazete haberini görmüş. Ve bu söz üzerine, “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!” kelimeleriyle ifade ettiği kuvvetli bir niyet ruhunda uyanmıştır. “Ben tek kişiyim, acizim” demeden, “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir” demiş ve bu sâikle çalışmış, Risale-i Nur eserleri ile de gaye-i hayalini gerçekleştirmiştir. Yine bu gaye ile 1911 yılında Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri otuz beş yaşlarında iken İslamiyet milliyetinin muhafazası için Şam’da on binlerce Arap Müslümana hutbe vermiş. Bu hutbe ile aslında tüm İslam âlemine seslenmiş ve bu hutbeyi bizzat Türkçeye tercüme ederek 1951 yılında “Hutbe-i Şamiye” adı altında bizlere ulaştırmıştır.

Bu eserde Bediüzzaman, Müslümanların terakkîsine engel olan altı tane manevî hastalığı teşhis eder ve Kur’ân eczanesinden bu altı hastalığa reçeteler sunar. Bir Müslümanın, şahsî hayatında düçâr olduğu hastalıkları anlatırken aynı zamanda Müslüman toplulukların içtimaî hayattaki problemlerini de ortaya çıkarır.

Bu hastalıklar şunlardır:

Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adavete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sârî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmektir.

Bu altı hastalığı geniş dairedeki âlem-i İslam’ın hastalığı olarak değil de, kendi içimizdeki âleme bakarak okursak, iç âlemlerimizin çokça bu hastalıklar ile hastalandığını göreceğiz. Bundandır ki İslamiyet uğruna yapılabilecek şeyler her insanın fıtratına göre değişiklik gösterirken, tüm bu yapabileceklerimizden yıllardır bizi alıkoyan maniler hiç değişmemiş hep aynı manevî hastalıklar olmuştur.

Bediüzzaman, bu altı hastalığın devasının yine elimizde bulunan İslamiyet nurunda olduğunu ispat etmiştir. Bu konuda asla ümitsizliğe düşmemek gerektiğini belirterek, Kur’ân-ı Kerîm eczanesinden bizlere bu hastalıkların ilaçlarını sunmuştur.

Bediüzzaman Said Nursî “Âlem-i İslam’ın şahs-ı manevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz beş kuvvet içtima ve imtizaç edip yerleşmiş” diyerek bu beş kuvvetin beşeri, esfel-i safilîn (en aşağı tabaka) derece-i sukutundan kurtarmaya ve rûy-i zemini temizlemeye ve sulh-u umumîyi temin etmeye vesile olacağının müjdesini veriyor. Bu beş kuvvetten birisi olan şehamet-i imaniyeyi; yani zalimlere zillet göstermemek, mazlumları zelil etmemek düsturunu Filistin halkı tüm dünyaya göstermiş, bizlere de temsiliyet ve teslimiyet noktasında örnek olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.

Altını çizdiklerim

-Elbette beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves [karışık] ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak, belki Cehennem hapsine girecek.

-Ey bu sözlerimi dinleyen bu Cami-i Emevî’deki kardeşler ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm camiindeki ihvân-ı Müslimîn! “Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz.” diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve neme lâzım deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.

İşte, seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene -yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik- yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o  hasene, milyonlar ehl-i imana mânen fayda verebilir. Hayat-ı mâneviye ve maddiyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için, neme lâzım deyip kendini tembellik döşeğine atmak zamanı değil!

-Azametli, bahtsız bir kıt’anın; şanlı, talihsiz bir devletin; değerli, sahipsiz bir kavmin reçetesi, İttihad-ı İslam’dır.

-Biz Kur’ân şakirtleri olan Müslümanlar, bürhana (delil) tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-ı imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinat eden [dayanan] ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecektir.

-Ye’sin [ümitsizlik] burnunun rağmına olarak ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebîlere müşevveş [karışık] bir mâzi düşmüş. Bu dâvâma çok bürhanlardan ders almışım.

-İşte, İslâmiyet’in hakâikı hem mânen, hem maddeten terakkî etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.

-Herhalde iki harb-i umûmî ile ve kâinatı ağlattıran cinayetleri ve yuttuğu zakkum şerlerini hazmetmediği için kustuğu ve zeminin bütün yüzünü pislendirdiği vaziyetiyle beşeriyeti en berbat bir dereceye düşürüp bin senelik terakkiyatını zîr ü zeber etmek cinayetini beşer hazmetmeyecek.

-Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyet’in terakkîsi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def etmek silâh ile, kılıç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakkî ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.

-Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyet’in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

-Zaman gösterdi ki; Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil.

-Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş.

İşte o yeistir ki, bizi öldürmüş gibi; Garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, Şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-i şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile, şarktan garba kadar istilâ ettiği hâlde, o kuvve-i maneviye-i harika me’yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hatta bu yeisle, başkasının lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip “Neme lâzım” der, “Herkes benim gibi berbattır” diye şehamet-i imaniyeyi terk edip, hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor.

-O İslamiyet milliyetinin sadefi ve kal’ası hükmünde Arap ve Türk hakiki iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nöbettarlarıdır.

-Ey âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ehl-i iman olan ihvânımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vuska sıdktır.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*