“Tamam mıyız?” diye gözlerimin içine acı acı bakarak sordu eşim. Arabadan eve en az 3-5 sefer daha yapacağını bile bile. “Evet, her şeyi aldım.” dedim kendimden emin bir şekilde. Daha dış kapıdan çıkmadan oğlumun yastığını almadığım aklıma geldi. Neyseki çok uzaklaşmamıştık, eşim hemen dönüp aldı. Arabaya yerleşmeye başlamıştık ki kapının önünden kızımın yedek ayakkabılarını almadığımı hatırladım bu sefer. “Peki” deyip eve yöneldi eşim, bu güzel gezinin başlangıcında tatsızlık çıkmasın diye. Tam dış kapıdan içeri giriyordu ki aklıma kızım için haşladığım yumurta geldi. Kahvaltı da düzgün yemeyince onun için haşlamıştım ama acele çıkınca tezgâhta unutmuşum. Telefonum bozuk olduğundan kendisini arayamadım. Geri geldiğinde “Fatıma’ya haşladığım yumurta da tezgâhın üstünde kaldı, biz geri gelene kadar da bozulmuş olacak. Ufff israf olacak şimdi yumurta.” diye hayıflandım. Eşimin inip çıkmaktan kıpkırmızı olmuş yüzünde “israf” kelimesinin vermiş olduğu sabır ve metaneti gördüm ve ne kadar doğru bir insanda karar verdiğim için kendimi tebrik ettim.
Neyse yumurtayı da yedirip telefonumun bataryasını değişmek için telefoncuya uğradık yola çıkmadan önce. Hayırlı işin muzır manisi çok olacak ya, ellerinde batarya kalmamış. Başka yerden gelmesini epey süre bekledik. Ben çocukları arabada oyalarken birden aklıma demliği evde unuttuğum geldi. Yol boyu gördüğümüz her güzel manzaraya karşı arabayı kenara çekip çay içme hayalimiz boşa gidemezdi. Hemen arabadan inip telefoncuya girdim eşimden arabanın anahtarını isteyip “Senin işin bitene kadar demliği alıp geleyim” dedim. Eşimin yüzündeki istihzâvârî gülüşe aldırmadan arabaya atladım, hızlıca eve vardım. Kontağı kapatıp kapıyı açtığım anda şimşekler çaktı. Bu kadar muzır mâni de biraz fazla olmuyor muydu? Evet arabanın anahtarını almışım ama evin anahtarını almamışım eşimden. Bu sefer la havle sırası bendeydi. Güzelce çekip döndüm, anahtarı alıp tekrar eve geldim. Demlik vakası da bu şekilde çözülmüş oldu. Geri döndüm batarya işi de hallolmuştu. “Gerçekten de yola çıkmaya hazır mıyız?” gibisinden eşimle bakıştık. Galiba başarmıştık, artık sevinç gözyaşlarıyla birlikte Rize’den ayrılıp ilk durağımız Artvin’e doğru yola çıktık.
Küçük çaplı doğu turumuza çıkmadan önce tabii ki büyük çaplı bir araştırma yaptık. Yol güzergâhını çizdik; nerede kalınacak, şehirlerin gezilecek tarihî mekânları, tarihî camileri, müzeleri, doğa manzaraları neresidir sırasıyla listeledik. Kan bağıyla değil de Nur bağıyla bağlandığımız kardeşlerimiz sağolsun, kalacak yerlerimizi ayarladılar. Yemek masraflarını yarıya düşürmek için de arabanın bagajını küçük çaplı bir mutfağa dönüştürdük. Tüpten tavaya, yağdan baharata, kavurmadan muhlamalık peynire, ev konforunu aratmayacak her malzemeyi ekledik. Aslında bir de karavanımız olsa tadından yenmezdi de neyse artık. O da bu yazıyı okuyanların duasıyla olur belki:)
Artvin
İlk durağımız Artvin’e gitmek için, Hopa’yı geçince içeri döndük ve denizden ayrıldık. Ama Çoruh Nehri ve muhteşem manzarası peşimizi hiç bırakmadı. Çoruh Nehri, derinlik ve debisiyle dünyada ilk sıralarda yer alıyor. Bu güzel nehri bir de yukarıdan görmek için Artvin merkeze tırmanıyoruz. Evet doğru okudunuz tırmanıyoruz. Çünkü Artvin, dağın üzerine kurulmuş bir şehir. Dağın en tepesi şehrin merkezi. Düz hiçbir yeri yok bu şehrin. Merkeze kadar zikzak çizerek tırmandık. Çoruh Nehri manzaralı millî parkta bir mola verdik. Hemen tüp demlik, çay, börek, çörek sofrayı kurduk 🙂
İyi bir manzaraya karşı içilmiş güzel bir çay gibisi yoktur. Çay bardağımızı bile koyacak düzlük bulunmadığından sımsıkı tutuyoruz elimizde. Yamaç dağları, Çoruh Nehrini, çam ormanı içerisinde tefekkür etmenin ruhumuza verdiği huzurla oradan ayrılıp konaklayacağımız yer olan Artvin’in Șavșat ilçesine doğru yola koyulduk. Bir arkadaşın tavsiyesiyle yol kenarındaki bir mısırcıda durduk. Ata tohumu mısırların tadını Rize’de bile bulmak zor. Fiyat aynı ama lezzet bambaşka. Dev kazanlarda pişen kolivadan (haşlanmış mısır) yiyip biraz da yanımıza almayı ihmal etmedik. Eve varır varmaz da yataklara düşüp uyumuşuz…
Sabah erkenden uyandık. Șavșat Karagöl’e gitmek için hazırlanıp hemen arabaya bindik. Artvin’de tam 4 tane Karagöl var. 3 tanesi merkeze çıkmadan Borçka ilçesinde, bir taneside Șavșat’ta. Șavșat’tan ayrılmadan meşhur ketelerinden de peşimize aldık. Yol boyu gördüğümüz manzaralar karşısındaki hayretimizi görseniz, “Sanki Rize’den değil de İç Anadolu’nun kurak ikliminden gelmiş, kuru taş topraktan başka bir şey görmemiş bu insanlar!” dersiniz. Ama demeyin. Yusuf’un güzelliği karşısında ellerini kesen kadınlar gibi büyülenmiştik. Böylece Karagöl’e vardık. Hemen tüp, demlik, çay, tava, kavurma, yumurta, kete sofrayı kurduk. Hani kafiye bozulmasın diye kurduk diyorum da bu angaryalar hep bana kalıyor.
Kutsal görev analık; biliyorsunuz izin günü olmayan bir kurum olduğu için daim görev başındayız. Gölde çok fazla sazan balığı var, oğlumla kızım kahvaltımızın yarısını onlara yem ettikten sonra biz de kalanlarla karnımızı doyurduk. Kahvaltıdan sonra gölün içinde kayıkla bir tur atıyoruz. Bu kadar güzel manzaraya karşı resim çekmek de bir yere kadar gidiyor. Ya her şeyi çekmekle uğraşacaksınız ya da anın tadını çıkarmaya, hafızanıza kazınana kadar etrafı seyretmeye… Seyahat edip bulunan sıhhat bu olsa gerek. Rabbimizin insan vücuduna koyduğu muhteşem özelliklerden birisi. O’nun (cc) yarattıklarını seyrederek ruhun kendini onarması… Evet kalbimizin bir parçasını burada bırakıp plana sadık kalarak Kars’a gitmek için Șavșat’tan ayrılıyoruz…
İlk yorumu siz yazın