Risale-i Nur’u istinsah etmek

En az on beş günde bir defa okumamız tavsiye edilen İhlâs Risalesi’nin sonunda “Bir kısım kardeşlerime hususî bir mektuptur” başlığı altında bir mektup var. Yazıda usanan ve mübarek üç ayların girmesiyle risale yazmak yerine başka evradlar okumayı tercih eden talebelerini uyaran Bediüzzaman, bu mektupta Risale-i Nur yazısının beş cihetle ibadet sayıldığını ifade etmiş. Her on beş günde bir okuduğumuz bu mektuptan nasıl bir ders çıkarmalıyız?

Şimdi matbaalar varken ve risaleleri elle çoğaltmaya -zahiren- ihtiyaç kalmamışken bu mektuptaki ifadeler hâlâ geçerliliğini koruyor mu? Nurcu kardeşlerimizden yazıcı kısımlar hâlâ yazıyor, biz okuyucular sade okuyoruz. Acaba biz de yazsak nasıl olur? Yazmamız gerekir mi? Bilhassa lahikalarda yer alan risaleleri yazmaya teşvik mektuplarını günümüzde nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu mesele epeyce bir vakit zihnimi kurcalamıştı. Daha sonra İhlas Risalesi’nin sonundaki mektubun, bahsi geçen beş veçhi açıklayan hâşiyesi üzerine düşündüm. Üstad, risale yazmanın niçin ibadet sayıldığını şöyle açıklamış:

“1. En mühim bir mücahede olan ehl-i dalâlete karşı mânen mücahede etmektir.

2. Üstadına neşr-i hakikat cihetinde yardım suretiyle hizmet etmektir.

3. Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmektir.

4. Kalemle ilmi tahsil etmektir.

5. Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî olan ibadeti yapmaktır.”1

Bilmem siz ne düşünürsünüz, fakat benim aklıma geldi ki; ilk üç madde şimdi geçerliliğini korumuyor bile sayılsa, dördüncü ve beşinci maddeler hâlâ geçerli. Ben risale yazsam, kalemle ilmi tahsil etmiş olacağım ve bir saati bir sene ibadet hükmüne geçiren tefekkürî ibadetten hissemi alsam gerek. Hem Kastamonu Lahikası’nda geçen şu mektup ne güzel bir şevk kaynağı:

“Risale-i Nur’a intisap eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, ‘Risale-i Nur talebesi’ ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve mânevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber, benim gibi dua eden kıymettar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.

Hem, dört vecihle dört nevi ibadet-i makbule hükmünde bulunan kitabetinde hem imanını kuvvetlendirmek, hem başkalarının imanlarını tehlikeden kurtarmasına çalışmak, hem hadisin hükmüyle, bir saat tefekkür bazan bir sene kadar bir ibadet hükmüne geçen tefekkür-ü imanîyi elde etmek ve ettirmek, hem hüsn-i hattı olmayan ve vaziyeti çok ağır bulunan Üstadına yardım etmekle hasenatına iştirak etmek gibi çok fâideleri elde edebilir. Ben kasemle temin ederim ki, bir küçük risaleyi kendine bilerek yazan adam, bana büyük bir hediye hükmüne geçer; belki her bir sahifesi bir okka şeker kadar beni memnun eder.”

Bakın ne kadar nurlu bir müjde; “Ben kasemle temin ederim ki, bir küçük risaleyi kendine bilerek yazan adam, bana büyük bir hediye hükmüne geçer; belki her bir sahifesi bir okka şeker kadar beni memnun eder.”

E ben de Üstadıma hediye vermek istiyorum. Hem de büyük bir hediye. Başkası için değil, küçük bir risaleyi kendim için yazsam, bu büyük bir hediyeymiş işte. Hem her bir sahifesi bir okka şeker kadar onu memnun edecekmiş. Denemeye değer, değil mi?

İşte ben de böylece denedim. Aslında çok daha küçükken risale yazma denemelerim olmuştu. Ama hiçbir risaleyi baştan sona yazamamıştım. Şimdi ise Mucizat-ı Ahmediye’yi (asm) günde hiç olmazsa bir satır yazmaya çalışıyorum. Küçük bir Medrese-i Nuriye olmasını ümit ettiğim evimizde eşim de -Osmanlıca yazmayı hiç bilmediği halde- teşvikler üzerine Birinci Söz’ü yazmakta muvaffak oldu. Üç ayda yazdı, ama yazdı ve bitirdi. Ben sadece harfleri nasıl birleştireceğini gösterdim. Sonrasında o, telefonundaki risale okuma programından Birinci Söz’ü Osmanlıca aslından açtı ve bakarak yazısını tamamladı. O hiç bilmediği halde yazabildiyse, herkes yazabilir.

Hem yine Kastamonu Lahikası’nda geçen “Risale-i Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid’ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur’an’ı muhafaza etmek bir vazifesi iken…” ifadelerinden anladığımız üzere bu mübarek Kur’an harflerini ve hattını/yazmasını muhafaza etmek bir nevi vazifemizdir.

Hem Kirazlı Mescit’te tek başına risale okuyan Ahmet Tanyel abiden aktarılan bir hatırada Zübeyir Gündüzalp; “Kardeşim, kalbinizden geçmesin ki, ‘Ben burada dört duvar arasındayım, kendi başıma okuyorum. Ne olacak ki?’ Sizin burada okuduğunuz iman hakikatleri ehl-i dalaletin kalbinde manevî bir bomba tesiri yapar, onları inhizama (bozgunluğa) sevk eder. Manevi tahribata karşı manevî bir tamir, bir mukabele gerekiyor. Eğer ki o manevi tahribata karşı, o manevi mukabele olmadığı takdirde maddi havaya bile tesir ediyor.” sözlerini serdetmiş.

Kimsenin olmadığı bir odada kişinin kendi kendine risale okuması bile ehl-i dalaletin kalbinde manevî bir bomba tesiri yapıyorsa, bizim kendi kendimize yazdığımız risaleler de aynı tesiri yapabilir. Allah bilir, ameller de zaten niyetlere göredir.

Denemek isteyenlere bir teşvik olsun diye yazdık, denerseniz bizleri de haberdar etmeyi unutmayın…

Dipnot:
1) Yirmi Birinci Lem’a

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*