Gaye-i hayal olmazsa…

İşte yine bir düşüş evresi, sınavlar yaklaştıkça bünyeme yüklenen ekstra uyku ihtiyacı, beynimin kendini uçak moduna alıp girişleri tamamen kapattığı o evre. İçerisi kalabalık, çünkü halledilememiş duygular, olaylar saklandıkları yerlerden çıkmak için bu mükemmel günü seçiyorlar.

“Sınav geldiğinde mi ben böyle olurumm, yoksa böyle olduğumda mı gelir sınav? Ayrıca bunun seninle ne ilgisii varr?” diye bir anda yükselen sanatçının gerginliği var üzerimde.

Tüm felsefî ve varoluşsal sorular, sınava bir gün kala o an cevap bulamazlarsa sanki öleceklermiş gibi beynime baskı yapıyorlar. Kimse ile konuşmak istemiyor, konuşmadıkça daha çok içeridekileri dinliyor oluyorum. İrademin zayıfladığını hissediyor, yavaşça kontrolü kaybediyormuş hissine kapılıyorum. Bu durumdan kurtulmak için çırpındıkça batıyor, battıkça ümitsizliğe düşüyorum. Bilemiyorum siz hiç böyle hissettiniz mi?

Hafif alaya alarak ifade ettiğim bu durumun şu an tam da içerisinde bulunuyorum.Tahmin edersiniz ki, böyle bir halet-i ruhiyede olan bir şahsın kendi adına size ifade edebileceği bir tavsiyesi olmaz. Ancak yazı bu paragraftan sonra devam ediyorsa bilin ki; yazar kendini bu çıkmazdan çıkarabilecek birkaç hakikati yakalamış, bu geçici haletten sıyrılmış. Belki yazdıkça, yazanın ruhuna iyi gelen size de fayda verebilir.

Öncelikle “Şu an mükemmel hissetmelisin. Eğer hissedemiyorsan sorun sende” hissiyatı oluşturan sosyal medya ve sosyal çevre saldırılarına karşı ilk hatırlamamız gereken, süreklilik arz etmemek şartı ile arada insanın hayatına giren bu hissiyatın boşuna gönderilmemiş oluşudur. Hayatını ve süreci yeniden bir kontrol edebilme şansı tanıyan bu vakitlerden sağlıklı ve belki daha güçlü çıkabilmek mümkündür.

İnsan ne olursa olsun yaşamak için bir anlam ve amaca muhtaçtır. Ve bu amacına adanmış bir hayat sürmek, insanı uzun vadede tatmin eder ve bir o kadar da huzurlu kılar. Bazen gaye-i hayalimizi unutur ya da kaybederiz. Bazen de yanlış seçtiğimiz bir hayat gayesinin tüm bu gayret ve çabamıza değmeyişinin vicdan azabını çekeriz. Bu tökezleme anları hakikî gayelere bir çağrı, içi boş ve devamsız gayelerden bir dönüş sinyalidir.

Hakikî bir gayenin bazı şartları sağlıyor olması gerekir. Bu şartlar her insanın en önemli ortak iki ihtiyacına cevap verebilir nitelikte olmalıdır. Bunlardan ilki tekâmül isteği, ikincisi ise beka arzusudur. Diğer günübirlik hedeflerin bu büyük amaç etrafında şekillenmesi, o küçük hedefleri de anlamlı ve kıymetli hale getirecektir.

“Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenasi edilse; elbette zihinler enelere dönerler. Etrafında gezerler. Ene kuvvetleşiyor, bazen sinirleniyor. Delinmez, tâ ‘nahnü (biz)’ olsun. Enesini sevenler, başkalarını sevmezler.” 1

Üstad Said Nursî’nin bu sözlerinden ilk çıkarımımız; hakikî bir insanın gayesinin kendi benliği (ene) olamayacağıdır. Hayatının tamamını kendi benliğine, mutluluğuna ve arzularına adayan insan, çoğu zaman bu duygulardan da en mahrum kalacak insandır. Çünkü mutluluk ve zevk, ancak bir yan etki ve ürün olmalıdır. Bir hedef haline geldiği ölçüde kaybolur veya bozulur.

“İnsan olmak, her zaman kendi dışında bir şeye veya birine (bu bir anlam veya bir insan olabilir) işaret etmek veya ona yönelmek anlamına gelir. İnsan kendini, ister bir davaya hizmet ederek ister başka bir insanı severek, ne kadar unutursa o kadar insanlaşır ve kendini o kadar gerçekleştirir.” (Victor Frankl)

İnsan, fıtratı gereği tekâmül etmeye meyillidir ve kemâle doğru gidişe bir iştiyak duyar. Bu mükemmeli aramaya meyil yalnızca maddî cihette değil, manevî olarak da insaniyete lâyık bir tarzda yaşamayı gerektirir. Ki insaniyet makamına ulaşabilmenin belki de en önemli yolu; bir diğerinin duygusunu hissedebilmektir. Ötekini dahil etmediğin bencil bir gaye, sana sunabileceği duygular noktasında da aynı bencilliği gösterecek, bir başkasının hayatına dokunmanın getireceği insana has ulvî hislerden seni mahrum bırakacaktır.

Hakikî bir gayenin ikinci olmazsa olmazı ise; batıp gidenleri sevemeyen insan fıtratının eylemlerinde, yaşadıklarında ve gayelerinde bâkîye müteveccih bir yön arama arzusudur.

Başta en çok kıymet verdiği bedeninin ve ruhunun meçhul bir vakitte, bir hiç hükmüne geçeceği fikri insanın hakikî bir gaye oluşturması yolunda büyük bir engeldir. (Bu konu ile ilgili Risale-i Nur’daki Meyve Risalesi, Sekizinci Meselenin Hülâsası, konumuza ışık tutmaktadır.)

Bu yüzdendir ki; sıradan bir şahsiyetten, en büyük şahsiyetlere insanlık hep kendileri yerine bâkî kalmasını arzu ettikleri eserler vermeye ve bu dünyada unutulmamak için bir iz bırakmaya çabalamışlardır. Ancak bunca eserin verildiği dünyanın da bir gün yok olup dağılacağı düşünüldüğünde bu maksadın tam da hasıl olduğu söylenemez. Bu noktada Üstadın şu sözlerinin kıymeti bir kez daha anlaşılmaktadır: “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fânî dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.”2

“İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedit bir aşk var. Hatta her sevdiği şeyde kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse, derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez.”3

Yani aslında insana Yaratıcısı tarafından verilen en büyük hediye; kelimelerinin, eylemlerinin, niyetlerinin ve yaşadıklarının an be an bir yerlerde kaydedildiği bilincidir. Bize küçüklüğümüzden beri bu durum -haşa- sanki Yaratıcı tüm adımlarını dikkatle gözlerken, en ufak bir hatanı yazmak için fırsat kolluyormuş gibi anlatılır. Çocuğu terbiye etmek amaçlı çocuğun yalnızca yanlış yaptığı yerlerde “Bak Allah görüyor” diye bir korku unsuru gibi sunmak, çocukta tüm hayatı boyunca cezalandıran yasaklar ve sınırlar koyan bir Allah algısı oluşturmaktadır. Oysa ben en küçük hatırat-ı kalbimizi bilen ve en güzel anlarımızı bizim için saklayan, bazen harekete geçirip görünür kılamazsak da niyetlerimizi bilen, kimsenin seni dinlemediği, duymadığı anlarda seni görüp duyan, anlayan ve en önemlisi sana, amaçlarına ve eylemlerine insaniyete lâyık bir kıymet bahşeden, adeta “Benim için sen önemlisin. Senin niyetlerin, düşüncelerin ve eylemlerini önemsiyorum. Çoğunluğa değil çoğunluk içindeki senin ne yaptığına bakıyor ve onu yazıyorum.” diyen ve insanı koca bir hiçlik çukurundan kurtaran bir Yaratıcı tasavvurunun çok daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Bugünlerde gündem üzerinden çokça duyduğum, “Benim basit tepkim ile mi İsrail düzelecek sanki?” diyenlere; “Hayır! Sen, tepki gösterdikçe düzeleceksin, insaniyete lâyık bir hal alacaksın.” Basit gibi görünen küçük haletleri manalı kılan, altında yatan büyük niyet ve amaçlardır.

Çünkü Yaratıcı, insanlar gibi çoğunluğa göre hüküm verme acizliğinden münezzeh, herbir beşerin ta kalbinin içine bakabilmeye kadirdir. Senin ise yalnızca kalbindekini değiştirmeye gücün yeter ve sen sadece bunun ile mükellefsin. Belli ki hayatının hakikî gayesini bulana gayesi hayat verecektir.

Dipnotlar:
1) Sözler, Lemaat.
2) Mesnevî-i Nuriye, Habbe.
3) Üçüncü Lem’a, İkinci Nükte.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*