Hayat “ahirete iman”la hayat

Büyük bir zata sormuşlar, “Bu dünyanın en çok neyini seversin?” diye.

“Ahiretini” demiş o da.

Üstad Said Nursî’nin “Biz dini severiz, dünyayı da yine din için severiz” demesinde olduğu gibi.

Dünya, ahiretle anlamlı.

“Ahiret”in kelime anlamı “son, final, öteki, diğer”.

Eğer bir başka âlem yoksa, bu fânî dünya neye değer?

Öyle ya, yapıp ettiklerimizin, kazandıklarımızın bir finali olmayacaksa, sevdiklerimizi ebediyen sevemeyeceksek çekilir mi bu dünya?

Ahiret inancı olmayan insanı hayata tutunduran da ebed tutkusu, sonsuzluk arzusu olsa gerek. Bediüzzaman buna “tevehhüm-ü ebediyet” diyor. Dünyada hep kalacak gibi düşünmek.

Kur’ân’ın kâfirlere, ahireti kabul etmeyenlere dahi rahmet olması bu cihetten. Mutlak küfrü, “şüpheli bir küfre” çevirmesi. “Hani belki bir diyar-ı âhar vardır” düşüncesi.

İnsan sevmek ister çünkü. Gerçek sevgi ise “ebed” duygusu ile mümkün. Her şeyin biteceğini düşünmek sevgiyi düşmanlığa dönüştürür, insanın dünyasını karartır, vahşet tabloları serer önüne. İsyanları oynar insan.

İnsanın “fıtraten mükerrem” olmasını bu cihetten de düşünmek lazım. İkram olunmuş, Kerîm bir Zatın ihsanlarına mazhar olmuş ve bu duyguyla yaratılıştan minnet ve şükran duygusuna kapılmış bir varlık insan. Güzeli, iyiyi, mükemmelliği, mutluluğu, sevgiyi arıyor sürekli ve bütün bunlara sonsuza dek sahip olmak fıtratında.

Eline geçmeyen bir mutluluk ona göre değil. Yahut elinde durmayan… Kedinin uzanamadığı ciğere pis demesi gibi bir şey. “Kâfirin Allah’ın düşmanı olması da bu noktadan” der Bediüzzaman. Öyle bakıyor çünkü. Eline geçmeyen yahut elinde durmayan ve durmayacak olan güzelliklerin sahibine zımnî bir adavet, içten içe bir kinleniş… Derin yarasını ancak Onu inkârla, yok saymakla tedavi etme zannına kapılış.

İnsan “insan”ı dinlese aslında… Yani kendisini. İç sesine kulak verse. Fıtratına bir “rahmet mizancığı” gibi konulan duygularını doğru okuyabilse… İçinde “Ebed! Ebed!” diye haykıran ve sonsuzluktan başkasına, bâkîden gayrısına razı olmayan yanını şöyle bir dürüstçe yoklasa…

“Fâniyim, fânî olanı istemem” demişti Said Nursî. Doyurmayana razı olmayandı o. Batıp gidene “Güle güle!” diyebilen ve yüzünü ebede çeviren. “Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum” acziyetinde…

“Ey bizi nimetleriyle perverde eden Sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster!” ümit ve arzusuyla…

“Bizi makarr-ı saltanatına [saltanatının karar kıldığı ebedî yurda] celbet” iştiyakıyla…

“Bizi bu çöllerde mahvettirme” yalvarışıyla…

“Bizi huzuruna al, bize merhamet et” niyazıyla…

“Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir” duasıyla…

Said Nursî dünyanın tattıran fakat doyurmayan zevklerine değil, asıllarına, ebedî olanına talip olmayı ders verdi.

Bırakıp gidene, gidecek olana, acı verene değil; kalıcı olana, gerçek lezzete çağırdı.

Hayatın anlamı burada saklı.

İlmin kapısı Hz. Ali’yle (ra) bitirelim:

“Dünya arkasını dönmüş gidiyor. Ahiret ise yüzünü dönmüş geliyor. Her birinin kendine has evlatları [talipleri] vardır. Siz ahiretin evlatları olun, dünyanın evlâtlarından olmayın.”

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*