Eğitici Tolstoy

Tolstoy denince akla ilk gelen şey herhalde eğitim değildir. Çoğumuz onu romanlarıyla ve romanları aracılığıyla verdiği imgelerle ve tahlillerle tanırız. Tolstoy, çağını aşan bir yazardır ve bu çoklar tarafından da böyle kabul edilir. Ancak Tolstoy’un kendi döneminin zihniyeti ve insanları hakkında bu denli başarılı tahliller yapan biri olduğunu kabul edersek, onun eğitim kavramıyla da epey alakadar olduğunu tahmin etmek gerekir. İşte bu düşünceden yola çıkarak, yazar Daniel Moulin “Eğitici Tolstoy” kitabında Tolstoy’un eğitim-öğretime yönelik devrim niteliğindeki fikirlerini, deneylerini ve eleştirilerini bizlere sunuyor. Tolstoy’u eğitim perspektifinden bir biyografiyle bizlere anlatmaya başlayan kitap, onu etkileyen önemli olaylara, yaptığı eğitimsel deneylere ve son olarak da bunların günümüzle olabilecek muhtemel bağlantılarına değiniyor.

Kitabı okurken göze çarpan bazı fikirler hem insanı düşünmeye itiyor hem de kendisiyle bağdaştırabileceği yönler bulabiliyor. Kitapta bahsedildiğine göre Tolstoy; tüm insanların, istisnasız olmak üzere doğuştan gelen bir iyiliğe sahip olduğunu iddia ediyor. Yani kendisi Doğal Ahlak Yasası’nın savunucularından. Ona göre insanın bu iyilik kapasitesi ya ortaya çıkartılabilir ya da yok edilebilir. Tolstoy’un iddiasına göre bu iyilik, yukardan gelen bir rejim doğrultusunda değil, her bir bireyin eğitilmesiyle ortaya çıkartılabilir. Ancak eğitim sayesinde insanlar, bu dönüşüme sahip olabilirler. Elbette farklı yönlerden tartışmaya açık bir konu olsa da kendi perspektifimdeki “ilimin insanı insan edeceği” bilgisiyle örtüşen bir nokta olarak kayda değer buluyorum.

Kitapta eğitim sistemine yönelik eleştirilere değinilirken, aynı zamanda öğretmenlerin de bazı tutumlarının olası etkilerine işaret ediliyor. Bilme halinin getirdiği kibrin, öğrencilerde oluşturduğu negatif etkiler, Tolstoy’un “İlk gençlik” kitabı refere edilerek anlatılıyor. Herhangi bir öğretmenin tam da bu kısımdan epey çıkarımları olması gerektiğini düşünüyorum. Bir azınlığa karşı da olsa, kısıtlı bir sürede bile olsa, yalnızca “bilginin” öğreten kişide uyandırdığı otoritenin, beraberinde kibirli olma haline sebep olabildiği ve bunun da aslında bilgi sahibi olan kimsenin beklenen özelliklerine ne kadar zıt olduğunu kabul etmek gerekir.

Kitapta çok kayda değer bulduğum bir başka kısım ise, Tolstoy’un Almanya’da geçirdiği zamanlarda “çocukları yetiştirme ve eğitim sorununu çözme” hakkında olan düşüncelerinden dolayı geceleri uyuyamamasını günlüğüne yazdığına dair bazı anekdotlardı. Bir eğitimci olarak, eğitim hakkında bu denli endişeli olma noktası beni epey düşündürdü. Tolstoy, uzun düşünsel süreçler ardından eğitimin amacının “bilgiyi açığa çıkarmak” olduğu değil “bilgiye yönelik saygıyı ve fikirleri ortaya çıkarmak” olduğuna karar verdikten sonra yükünün biraz daha azaldığını hissederek tekrar uyuyabildiğini yazmış. Elbette hiçbir eğitimci bir konu hakkındaki her şeyi bilemez ancak, tam da bu noktada öğrenciye düşünmeyi ve bilgiyi aramayı sevmeyi öğrettiği müddetçe bir eğitim sistemi başarılı olabilir.

Kitapta Tolstoy’un kurduğu “Yasnaya Polyana” isimli okuldan bahsederken, her Pazar öğretmenlerin sonraki gün ne öğretileceği konusunda toplandığı yazıyor. Öğretmenliğin belki de en zaman alan ve yorucu noktası olan fakat maalesef epey de ihmal edilen ders planlamasının önemini bizlere yıllar önceden hatırlatıyor.

Son olarak bir diğer önemli nokta; kitapta, eğitimin herhangi bir ideolojiye hizmet etmeden, öğrencileri tek bir forma dönüştürmeyi hedeflemeden, onlara düşünsel bir özgürlük alanı tanıtmadan yalnızca bilgiyi dayatarak eğitimin özgürleştirilmesine yönelik atıflarda bulunuluyor. Eğitimi sorgulayan, eğitim sektörünün içinde olan herkesin kendinden ve çevresinden bir şeyler bulabileceği bu kitabı kuvvetle tavsiye ederek onlarcasından seçmekte zorlandığım bazı alıntıları ekliyorum.

Altını çizdiklerim

Tolstoy, Moskova’daki okulları ziyaret ederken suda boğulan çocukları izliyormuş gibi bir hissiyata kapıldığını ifade eder. “Ah keşke onları çekip çıkarabilsem, ama ilk kimi kurtaracağım, bir sonra kimi? Bu boğulan şey en değerli şey, ruhani bir şey.”

Tolstoy sahici bir eğitim olması için öğrencilerinin özgürlüğünü temel bir koşul olarak görüyordu. Aksi takdirde bir öğretmen, öğrettiği şeyin bir öğrenci için zararsız ya da yararsız olmadığından nasıl emin olabilirdi?

Tolstoy hiçbir dersi zorunlu tutmamış ve oradaki eğitimi enerjik, canlı, eğlenceli bir organizma olarak tanımlamıştır.

Eğitim ve edebiyat projesi Tolstoy’u gençliğinden beri kendisini rahatsız eden ve cevaplanması gereken soruya sürüklemişti: “Varoluşun mutlak amacı ve manasını anlamak.”  Ona göre ne gençleri eğitme işi ne de hikâye anlatma sanatı, “gerçeğin” farkında olmadan yapılabilirdi.

Ne öğretmemiz gerektiğini nereden biliyoruz ve bunu öğretmeye nasıl başlamalıyız?

Ona göre tarih dersleri, kendine faydalı olacak bir şeyler öğrenmekten öte öğretmeni memnun etmekten ibarettir.

Tolstoy ve diğer öğretmenler, her haftaki derslerini Pazar günü hep birlikte planlarlardı.

Tolstoy’un öğretmen ve sanatçı olarak deneyimleri kendisini aynı kadere itti: Hayatın anlamını ya da hayatın çözümü olarak “gerekeni” bulmak.

Tolstoy’a göre nasıl ki bir insanın kalbi olmaması mümkün değilse, aynı şekilde bir kişinin dinsiz olması -başka bir deyişle evrenle hiçbir ilgisinin olmaması- da mümkün değildir.

Felsefe ve deneye dayalı bilimler, hayatın anlamını bulmaya yardımcı olmada fena halde kısıtlıdır, sadece düşüncenin var olan yönünü destekleyebilirler.

Tolstoy’a göre, en birincil soru ahlâkî bir sorudur: Nasıl yaşamalıyız?

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*