Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı

“Biz imanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptela olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına saadetine hizmet için burada kalmaya Kur’ân’dan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.”1

Bu kadar eziyet ve sıkıntı çeken birinden duyamayacağımız bu cümlelerin arka planında ki ruh haline ve yaşanmışlıklara bakmadan sanırım Onu anlamak mümkün değil.

Bediüzzaman Said Nursî (1878-1960) kimdir, nasıl bir kişiliğe sahiptir, hayatında, kimlerle mücahede etmiş, neler yapmıştır; nasıl ve neye karşı mücadele vermiştir, şeklindeki soruların cevapları onun şahsiyetini ve bu şahsiyetin manevî yönünü göstermesi açısından önemlidir.

İslâm, Kur’ân, vatan ve millet uğrundaki mücahedesi; îmân hakikatlerini anlatmak için yazdığı Risale-i Nur eserleri ve bunların yayılması için verdiği mücadele, bu yolda muhatap olduğu sürgün, zulüm, işkence, hapis, tecrid-i mutlaklar, zehirlenmeler ve bunlar karşısındaki söz, tavır ve müdafaaları Said Nursî’nin, nasıl bir kişiliğe sahip olduğu hakkında bize bir fikir verir; onun manevî şahsiyeti, Risale-i Nur Külliyatı, Külliyat içindeki Tarihçe-i Hayat, Lâhika Mektupları ve Mahkeme Müdafaaları incelenince daha geniş bir şekilde görünür.

Bediüzzaman’ın gençlik günlerinden ömrünün nihayetine bu hayat yolculuğu, hayatını bir büyük hakikat uğruna adamanın ve bu adanmışlığın hakkını verecek şekilde bir donanımla yaşamanın bir örneğidir. Kendisi, “İnsanın kıymeti himmeti nisbetindedir, himmeti ise hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar”2 der. Büyük bir yükü omuzlamanın insanın kıymetini de, gayretini de nasıl büyüttüğünü onun hayatında görürüz. “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.”3

Davasına dünyevî hiçbir hesap karışmamış; hakikate hizmetin mükâfatı yalnız ve yalnız Allah’ın rızası olmalı demiş, ücreti de sadece Allah’tan beklemiştir. Bu sebeple Sultan Abdülhamid’in tahsis ettiği maaşı da kabul etmemiş, Mustafa Kemal’in makam ve maaş teklifini de. Hayatı boyunca bu prensibinden hiç ödün vermemiştir. Sebebini, “ihlâs” ilkesiyle; uhrevî bir hizmeti dünyevî bir menfaate âlet etmeme hassasiyetiyle açıklar. Böyle birşey, elması şişeye çevirmek; hakikat elmasını kırık camlarla değişmek gibidir ona göre.

Yer Denizli Ağırceza Mahkemesi… Savcının dudaklarında öteden beri yapılan isnad ve iftiralar yuvarlanır “Siyasetle meşgul oluyormuşsunuz?” Bu ithama Bediüzzaman’ın cevabı şöyledir: “Hey bedbahtlar! Risale-i Nur… emniyeti, asayişi, hürriyeti, adaleti sağlar… Bana vereceğiniz en ağır cezaya da beş para vermem. Hiç ehemmiyeti yok. Çünkü ben kabir kapısında, yetmiş yaşındayım. Mazlum ve masum bir-iki sene hayatı, şehitlik mertebesiyle değiştirmek benim için büyük saadettir. Bizim gibiler için ölüm bir terhis tezkeresidir. Sonu idam da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî saâdetin ve rahmetin anahtarı olur…”4

“…Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor, bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz senedir çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun! Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin hepsine hakkımı helâl ettim…” der.5

İşte sayfalara sığdıramayacağımız böylesine zor ve hakikatler uğruna bedel ödemeye hazır bir hayat yaşayan Bediüzzaman neden ülkesini terk etmemiştir?

Bu soru öylesine bir hayat yaşayanlara pek sorulmaz bir sorudur. Lakin Bediüzzaman gibi bir “himmeti millet” olan bir şahsiyete bu soru sorulur, vereceği cevapta ders niteliğinde olması icap eder.

Erzumlu Mehmet Salih Yeşiloğlu ve bazı zatların Bediüzzamanın istirahati ve çektiği sıkıntılarla alakadar olup gönderdikleri mektuba verdiği cevaptır. “Mekke’de de olsam buraya gelmek lazımdı.”

Emirdağ Lahikası’nda geçen bu mektubun devamında ise; “Bana karşı hürmet yerine hakaret görmek noktasını mektubunuzda beyan ediyorsunuz. ‘Mısır’da, Amerika’da olsaydınız, tarihlerde hürmetle yâd edilecektiniz’ dersiniz.” Mektubun bu satırlarına cevaben ise “Biz, insanların hürmet ve ihtiramından ve şahsımıza ait hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden mesleğimiz itibarıyla cidden kaçıyoruz. Hususan acip bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve câzibedar bir hodfuruşluk olan tarihlere şâşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir. Onu arzulamak değil, bilâkis şahsımız itibarıyla ondan ürküyoruz. Yalnız Kur’ân’ın feyzinden gelen ve i’câz-ı manevîsinin lemeatı olan ve hakikatlerinin tefsiri bulunan ve tılsımlarını açan Risale-i Nur’un revacını ve herkesin ona ihtiyacını hissetmesini ve pek yüksek kıymetini herkes takdir etmesini ve onun pek zahir manevî kerâmâtını ve iman noktasında zındıkanın bütün dinsizliklerini mağlûp ettiklerini ve edeceklerini bildirmek, göstermek istiyoruz ve onu rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz.”6 der. Hiçbir şart ve zeminde bu toprakları terk etmez.

Üstelik Bediüzzaman’a yurt dışına çıkarılma teklifi, ilk olarak “Son Şahitlerde” geçtiği üzere; Erek dağından alınıp Şeyh Said isyanını bahane tutarak başlayan sürgün esnasında yapılmıştır. Vanlı Cemal Taylan, Erek dağından sürgün için alınmadan bir gün önce atları hazırlatarak Bediüzzaman’ı İran’a götürmek için hazırlık yapsa da Bediüzzaman gitmeyi reddeder.7

Yine Zübeyir Gündüzalp’ten nakledilen rivayet, Erek Dağı’ndan alınıp jandarmayla götürülürken o civarlarda gizlenen fedaî talebeleri ve halktan bir grup, Hazret-i Üstada yaklaşarak mahallî lisanla “Aman Seyda bizi bırakıp gitme! İrşadlarınızdan bizi mahrum etme, bize müsaade buyur sizi göndermeyelim. Başka bir yere diğer bir İslâm ülkesine de götürebiliriz… İzin veriniz. Emrinize hazırız” diye yalvaran bu fedaîlere Bediüzzaman “Hayır ben kendi arzumla gidiyorum. Şu muhafız askerler düşman değiller. Sizin Müslüman kardeşlerinizdir. Ve benim talebem hükmündedir. Anadolu’ya ben kendi rızamla gidiyorum. Endişelenmeyiniz.”8 der.

“Esas Hastalık Buradadır.”

Bedüzzaman’a yurt dışına çıkarma teklifi 3. Said Döneminde de yapılmıştır. “Pakistan Maarif Vekili, Nurlar için benim yanıma geldi, Risale-i Nur’un bir kısmını aldı. ‘Doksan milyon Müslümanlar içinde neşrine çalışacağım.’ dedi. Aldı, gitti.”9 Emirdağ Lahikası’nda geçen bu şahsiyetle ilgili detaylı bilgi Salih Özcan’ın vafatından sonra ondan duyduğu hatırayı Şanlıurfa Olay gazetesinde yayınlayan Abdülkadir İkbal şu şekilde ifade eder.

1951’de resmî bir ziyaret için Türkiye’ye gelecek olan Ali Ekber Şah’a Pakistan uleması, Bediüzzaman’dan sorması için kendisine yetmiş kadar sual yazıp verirler. Ali Ekber Şah Ankara’ya gelip resmi işlerini tamamladıktan sonra, Bediüzzaman ile görüşmek istediğini söyler. Kendisini Üstad’ın talebesi olan Salih Özcan Ağabey ile tanıştırırlar. Salih Özcan Ağabeyle beraber Emirdağ’da Üstad Hazretlerini ziyaret ederler. Üstad kuru bir hasır üzerinde oturmaktadır. Misafir gelmiş diye karşıdaki bakkaldan tahta bir sandalye getirtir ve Ali Ekberşah’ın orada oturmasını ister. Üstadımız daha ona soru sorma fırsatı vermeden, “Kardeşim Ali belki senin aklına şöyle bir sual gelebilir, biz onu Risale-i Nurlarda şöyle hallettik” diyerek bütün sorularına cevap verir. Ali Ekber Şah bu durumdan çok etkilenir, Üstada bazı hediyeler vermek ister ve kendisini Pakistan’a davet eder. Orada kendisine her türlü imkanın verileceğini de söyler. Üstad Hazretleri ise bütün hayatında kimseden hediye kabul etmediğini ileri sürerek hediyesini kabul etmemiş, Pakistan’a olan davetini de Türkiye’deki hizmetin ehemmiyetini nazara vererek reddetmiştir. Daha sonra Ankara’ya dönen Ali Ekber Şah “Kardeşim ben alem-i İslâmda aradığımı Türkiye’de buldum.” diyecektir.

Bir başka hatırada ise bu diyaloğun şu şekilde geçtiği ifade edilir “Seyyid Ali Ekber Şah, ‘Beni talebeliğe kabul eder misiniz?’ dedi. Üstad ona, ‘Seni yirmi senelik kardaşlığa kabul ediyorum.’ cevabını verdi. Üstadı Pakistan’a davet etti. Orada kendi emrine her türlü imkân, radyo istasyonu ve matbaa tahsisi edebileceklerini söyledi. Üstad buna karşılık şöyle cevap verdi: ‘Kardaşım, Ali Ekber Şah! Bu hizmetleri göğüs göğüse yapmak icap ediyor. Siperin arkasında hizmet olmaz. Esas hastalık burada başladı. Ben Mekke’de de olsam buraya gelirdim. Asıl hizmet buradadır, cephe buradadır.’” der.

Manevî cihetten vazifeli zatların her adımları ve kararları hikmetlidir ve emir üzeredir. Zaten Bu kararını Kur’ân’dan aldığı derse binaen verdiğini ifade etmektedir. Her defasında Resul-i Ekrem’in talimiyle, Kur’ân-ı Hakîm’in dersiyle diyen Bediüzzaman, vazifesini de, kalıp kalmaması kararını da elbette Kur’ân’dan ve Resul-i Ekrem’den alacaktır.

“Bediüzzaman Direndi Memlekette Kaldı”

Son Osmanlı Şeyhü’l-İslâmı Mehmet Sabri Efendi 1913 giderek artan iktidarın baskıcı tutumlarına karşı önce Mısır’a oradan Romanya’ya gidip tekrar İstanbul’a geldikten sonra 1922’de önce Hicaz ve oradan tekrar Mısır’a giderek Kahire’ye yerleşmiş ve burada vefat etmiştir. Son Şahitlerde Ahmet Özek’in hatıralarında bu zat, “Bediüzzaman adını duyunca çok duygulandı, ağlamaya başladı. ‘Bediüzzaman çok iyi yaptı, biz hep dağıldık… O çok iyi yaptı… O direndi memlekette kaldı…’ diyerek ağladı…”10 der.

Hâsılı; Büyük zatlar, iman ve Kur’ân davası olanlar, himmeti milleti olan zatlar hamiyet davasında samimî olanlar, kendi başlarına iş yapmazlar onların vazifelerine başlamaları da emr-i İlâhî iledir, vazife yerleri de ötelerden gelen emirle tanzim edilmiştir. Her iş ve hareketlerinde manevî ihtar ve ilhamların iznine göre tayin ederler. Bediüzzaman için de durum böyledir. Kader-i İlâhî onun hakkında en uygun hizmet zemini olarak Anadolu’yu tayin ettiği için bu teklifleri reddetmiştir.

Korkarız ki “Nimet şükür görmezse gider” hakikatince O bu topraklardan gitmemiştir fakat onun kıymeti takdir edilmediği taktirde inşallah hizmeti de bu toprakları bırakıp başka yerlere gitmez.

Üstelik bir mü’min vatanını kafire terketmemek için cihad eder de bu uğurda öldürülürse, bu ölüm onun dâvâsında sadakatini isbatlar. O mü’min, vatanının yapmış olduğu şehadetin doğruluğuna kendi hayatını vererek şehit olmuş demektir. Bediüzzaman’da her türlü eza ve cefaya rağmen bu vatanda kalarak âlem-i İslâm’da başlayan hastalığın merkezi olan bu vatanı terk etmemiş ve ömrünün sonuna kadar vazifesini yapmıştır. Ne yazık ki onu sağlığında rahat bırakmayanlar vefatından sonra bile rahat bırakmamış mezarında bile rahatsız etmişlerdir. Hiç başından musibet eksik olmayan bu coğrafya Bediüzzaman gibi bir değeri hâlâ anlamada direnmektedir. Ancak ciddî bir nedametle beraber Risale-i Nurları dinlemek, ehl-i İslâm’ın ve bu coğrafyanın kaderini değiştirecektir.

Dipnotlar:
1) Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat. İstanbul şubat, 2008, s. 335.
2) Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, Temmuz 2002, s. 51.
3) Said Nursî, a.g.e., s. 50.
4) Said Nursî, Şualar, Temmuz 2007, s. 582.
5) Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Şubat 2008, s. 619-620.
6) Said Nursî, a.g.e, s. 336.
7) Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, Timaş Yay., İstanbul, Eylül 1990, s. 565.
8) Abdülkadir Badıllı, a.g.e., s.567.
9) Said Nursî, a.g.e, s. 710.
10) Necmettin Şahiner, Son Şahitler, Yeni Asya Neşriyat, Cilt, İstanbul 1981, s. 32.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*