Gençlerimiz gidiyor…
İnsanlarımız kaçmaya çalışıyor…
Engel olalım. Ama nasıl?
Kimin neden gittiğini ve nereye gittiğini iyice anlamadan bu gidişin bir problem olup olmadığını ve problemse nasıl çözüleceğini bulamayız.
O halde önce tasnifler (Hazret-i Üstad da tasnifçiydi):
Ülkeler ve elektrikleri
Peygamberimizin (asm) nuranî inkılabından itibaren İslâm beldeleri ve bilhassa Yesrib, yeni nuranî medeniyetin Medine’si oldu. Bazı insanlar, yapabilirlerse Medine’ye ve çevresine yerleşmeye çalıştılar. Ama hakikî Müslümanlar Suffe ehlinin de desteğiyle kendi bulundukları şehirleri ve sahraları âdeta bir Medine yaptılar, medenîleştirdiler.
Bugün bile bilhassa ömrünün dünyevî kısmını tüketmiş insanlar, kalan ömürlerini geçirmek için bir şekilde Medine’ye gitmeye ve bakiye-i ömürlerini Efendimizin (asm) yakınında yaşayıp haşri de orada beklemeye çalışırlar.
Şimdiki Medine ne yanda?
Dünya üzerinde ülkeler çeşitli endekslere (kriterlere) göre puanlanıp yukarıdan aşağıya doğru sıralandığında en üsttekiler ile en alttakiler arasındaki ilişki, “etkileyen-etkilenen” ve “kaçılan-kaçan” ilişkisidir. İman esaslarına inanmak açısından değilse de sosyal hayattaki ilişkiler açısından üsttekiler saadet asrının saadet ülkesi gibidir. Alttakiler ise cahiliye devrini yaşamaktadır.
Bu iki grup ülkenin insanları açısından, ülkeler arası intikale dayalı hareket; kaçıştır, sığınmadır, göçtür, hicrettir, Ye’cüc Me’cüc (Gog-Magog) istilasıdır… Herkes kendisini ve dünyayı nereye koyduğuna göre farklı adlandırabilir ve adlandırır.
Bizce bu hareket negatif enerji ve kuvvetten pozitif pozisyona kaçış ilişkisidir.
Pasaportlar ve kaliteleri
Zira iki tür ülke vardır:
-Kendisine kaçılan ülkeler; adaleti yerleştirmiş, müsabakayı ve buna bağlı refahı artırmış, maddî şartlarını iyileştirmiş ülkelerdir. Diğer ülkelerde olup maddî ve manevî hayatını iyileştirmeyi arzu edenler oralara gitmeye ya da kaçmaya çalışır.
-Kendisinden kaçılan ülkelerde ise devlet yetkisi kullananlar hoyrattır ve zalimdir. Adalet yerlerde sürünür. Liyakate ve kaynaklara değer verilmez. Toplumsal tabakalar arasında gerilimler vardır ve bu gerilim negatif enerji üretir. Kaynakları dağıtanlara yakın olmaya çalışıp başarabilen “evet efendim”ciler gönüllü kalır, diğerleri kaçmaya ya da gitmeye çalışır. Keyfi yerinde olanlarca “Gidene kal denilmez.” Hatta “Ya beni sev ya da burayı terk et” bile denir!
O halde toplumlara ve devletlere düşen, kendi insanını kaçıracak bir düzeni kurmak ya da sürdürmek yerine, genel hayat kalitesini başka insanlar için de cazibe merkezi olacak şekilde artırmaktır.
Bunun sembolü “pasaportunuzun kalitesi …” meselesidir.
Dünya üzerinde kitlesel göçleri tamamen engellemek elbette mümkün değildir. Ama barış ve adalet evrenselleşebilirse, kaynak dağılımı adaletli hale getirilebilirse, doğan doğduğu yerde maddeten ve manen doyabilirse, neden “Vatanım doğduğum yer değil doyduğum yerdir” deyip doymak için yeni risklere girsin ki?
Gelelim ilim için gidişlere…
(Gerçi internet sayesinde ilim için intikaller anlamlı olmaktan çıktı ama yine de gelelim!)
İlimler ve değerleri
Dünyevî değeri olsun diye üretilen ve fakat parayla ölçüldüğünde para etmeyen ve hakikatte değeri de olmayan bilgilere “bilgi” ve ilimlere “ilim” denilmez. (Belki ilim perdesindeki filim denilir!).
Paraya çevrilebilen ama helal olmayan ilimlere de ilim denilmez.
Uhrevî değeri olan ve asla parayla satılmaması gereken ilimler ise karşılığını duada ve Allah’ın rızasında arar ve veren ihlâslı ise değerini bulur.
Gidişler ve sebepleri
Bir mümin için, pratiğini de ifade eden manevî ilimleri “elde etmek” amacıyla İslâm beldesini terk etmek lazım olmadığı gibi caiz de değildir. Zira merkez burasıdır ve malzeme buradadır.
Dünyevî değeri olan ilimleri elde etmek için ve geçici olarak Doğuya (bilhassa Japonya’ya) veya Batıya gitmek elbette caizdir ve lazımdır.
Buna karşılık elindeki ilmi yani diplomayı paraya tahvil edebilmek için Batıya ya da Doğuya gitmek bazen caiz ve hatta lazım olur.
O halde şuurlu bir mümin Batıya ya da Doğuya ancak geçici olarak mesela dil öğrenmek gibi sebeplerle veya geçici ya da kalıcı olarak ve hakkı ve hakikati tebliğ için gider.
Demek, mümin için manevî ilimleri neşretmek amacıyla gitmek caiz ve hatta lazım olabilir.
Dönmek üzere gidişler
Geçici bir ihtiyaç ya da sıkıntı sebebiyle yurt dışına gidenlerin gözü geride kalır.
Ya zulme maruz kalmış ve kaçmıştır. Ve dolayısıyla şartlar olgunlaştığında dönüp hakkını aramak ve almak isteyecektir. (12 Eylül 1980 öncesinde kaçtığı Türkiye’ye 1987’de döndüğü için eski dostlarınca döneklikle suçlanan, “Önce komünist sonra faşist ama hep gitarist” Cem Karaca’nın “Ben döneksem döndüm diye memleketime / Döndüm baba döndüm işte oh be”sini hatırlayalım.).
Ya da “Bülbülü altın kafese koymuşlar, ille de vatanım” demiş misali gittiği yerde altın kafes sahibi olmuştur da gözü geridedir. Acaba “Kafesimi memleketime götürsem olur mu?” diyerek Kırşehir’in bozlağına (!) yüzme havuzlu tripleks villa yaptırır.
Hatta emekli Almancılar yarımdır. Kalan ömürlerini “altı ay orada altı ay burada”ya bölerler. Son zamanlarda biraz azaldı ama “memlekete cenaze taşıma sigortası” yaptırırlar.
Dönmemek üzere gidişler
Hazret-i Peygamberin Mescidinin Suffe’sinde (Sofa’sında) Ashabı vardı. Onların çoğu, icazetlerini alınca gönülden gönüle tebliğ vazifelerini ahir ömürlerine kadar ifa edebilmek için ve “dönmemek üzere” gidiyorlardı. İslâm, dünyanın dörtte birine onların sayasında intikal etti.
Sonra kader o nuranî asrı ve sahiplerini garip bir adalet-kudret/iktidar mücadelesi içine koydu. Başlarına gelen kanlı fitne görünüşte bir iç savaştı, maddî ve belki manevî zayiata da sebep oldu. Zira o fırtınalar o mübarek nesli İslâm’ın merkez şehirlerinden fırlatıp attı.
Ama kaderin sevkiyle yaşanan ve “kader mahkûmları”nı doğuran bu intikallerin vech-i rahmeti sonradan anlaşıldı: Meğer İslâm’ın hâkimiyet merkezlerinden ve Hâkimiyet-i İslâmiye’den ayrılanların her biri, dine dair olan ve fakat devletsiz de görülebilen neviden bir vazifenin başına geçecekmiş. Ve dünyanın yarı yerinde onlar sayesinde güller açacak ve dünya onların vesilesiyle gülistana çevrilecekmiş.
Bu bir mucize ve tekrarına mani yok
O günlerden bu günlere, ihlâsla yaşama ve yaşayarak tebliğ etme vazifesini hakkıyla ifa eden ve vahdet ve tevhid bayrağını alayişsiz nümayişsiz dalgalandıran muvahhidîn ordusu iş başında.
“Din için silahla cihada muarız (zıt) olan” “vicdan hürriyeti” prensibi yüz senedir devletlerin temel kanunu durumunda. Ama buna mukabil, bu aynı prensip, vicdanlara hitap etme hürriyeti olarak müthiş bir iş görüyor. Siyaset üstü olan sözün ve Sözlerin ve diğer kitapların pasaporta ihtiyacı yok.
Devlet ve düzen meselelerini muvakkaten de olsa ikinci plana bırakıp İslâm’ın nurunu muhtaç vicdanlarla buluşturmak isteyenlerin interneten mi yoksa intikalen mi gideceği artık kendisine kalmış. Söz temsili, Tiflis’te medrese-i Nuriye açmak için Gürcüce bilmek yetiyor.
Bir biçimde gitmek zorunda kalanlar, gittikleri yerde “dine hizmet edelim” derken devletlerin istihbarat ağlarına mı takılacak, yoksa her ağı delen yeni sosyo-manevî ağlar mı kuracak?
Cevap gidene ve gidecek olana kalmış.
Onlar ermiştir, erer ve ersin muradına. Biz kalanlar soralım kendimize:
Î’la-yı kelimetullahta bizim vazifemiz nedir?
İlk yorumu siz yazın