Halvet ve uzlet hâli

Hayatın mühim hâllerindendir yalnızlık. Her insan hayatının bazı safhalarında isteyerek, gayr-i ihtiyarî veya zecrî sebeplerle insanlardan uzaklaştığı, tek başına kalmak istediği veya o şartlarda yaşamaya mecbur bırakıldığı zaman hisseder bu hâli. İnsanın o andaki hâlet-i ruhiyesine göre yalnızlık hayatta müsbet veya menfî izler bırakır.

Kimi insan yalnızlığı fırsat telakkî eder, değerlendirmeye çalışır, kimi şanssızlık sayar, kurtulmak için çareler arar. Değerlendirmek isteyenler kendileri ile baş başa kalırlar, tefekkür ederek mevcudatla hemhâl olurlar. Hayallerinin zenginliği ve tefekkür ufuklarının genişliği nisbetinde müsbet neticeler hâsıl ederler.

Yalnızlık hâline menfî nazarla bakıp vahşîlik telakkî edenler, hayal hassalarını hissî kullanıp tefekkür ufuklarını daralttıkları için mevcudatı muzır zannederler. Onlardan uzak durunca ya zararlı müptelalıklara maruz kalırlar ya da malayanî meşguliyetlerle kendilerini kaybederler.

Bediüzzaman Said Nursî, yalnızlık hâlini hayatının bazı safhalarında kendi isteğiyle yaşayan, bazen zecren yalnız kalmak zorunda bırakılan ama her iki hâlde de yalnızlığa müsbet nazarla bakan, fırsat telâkkî edip bediî zevkler, uhrevî hazlar hissetme, manevî merhaleler kazanma vesilesi yapan ender insanlardan biridir.

“Ben şimdi Çam Dağında, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde, bir menzilde bulunuyorum. İnsten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim… Bir mani olmazsa bir iki ay burada yalnız kalmak arzusundayım.”

Bediüzzaman Barla’da, tecrid-i mutlak şartlarında yaşamaya mahkûm edildiği yalnızlığı talebelerine yazdığı mektupta bu sözlerle anlatmıştı. O eziyetli, meşakkatli, işkenceli, sürgün hâlini kendisi için ‘halvet-i mergûbe, uzlet-i makbûle’ telakkî etmişti. “Benim Rabb-i Rahîm’im, beni Kur’ân’ın hizmetinde ziyade istihdam etmek ve Sözler namıyla, envâr-ı Kur’âniyeyi bana fazla yazdırmak için dağdağasız bir surette beni şu gurbette bırakıp, bir büyük merhamete çevirdi… ‘Her hâl üzere Allah’a hamdolsun’” diyerek şükretmişti.1

Rusya’da esarette iken “yalnızlık” istediği ve Volga Nehrinin kenarındaki Tatar Camiinde yalnız yaşadığı zaman ‘Bu insanların hayat-ı içtimaîsine karışmak artık yeter. Madem sonunda yalnız kabre gireceğim, yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyâr edeceğim’ diyerek bakiye-i ömrünü halvet ve uzlet ahvâli içinde yaşamaya karar vermişti.

Aslında onun insanları yabancı sayıp uzaklaştığı, yabancılıklara alıştığı, vahşîliklere ünsiyet ettiği hâl yalnız kalmak değil, tefekkür ederek mevcudatla hemhâl olmak ve hilkatin sırrına ermekti. Zira öyle zahirî yalnızlıklarda insana, “şah damarından daha yakın olan” Allah yoldaş; melekler, nuranî, ruhanî, maddî varlıklar arkadaş olur. İnsan onların fıtrî hâlleri ile hâllenerek manevî merhaleler kazanır, ulvî sıfatlarla tavsif edilir.

Bediüzzaman, insanların ekseriyetinin yalnız kalmaktan korktuğu, dalâlet ve gaflet ehlinin, gıllugış denilen dünyevî, malayanî meşguliyetler arasında ömrünü heder ettiği bir zamanda; kasd-ı mahsusla yalnız kalarak insan idrakine, kendisi ile baş başa kalmanın aklının, kalbinin, ruhunun ihtiyacı ve iktizası olan hâlleri yaşamanın, meziyetlerini keşfedip manevî merhaleler kazanmanın yollarını göstermek istemişti.

Nitekim kendisi Nur menzillerinde aylarca yalnız kalmış, “ism-i Vedûd’a mazhar olan ve o ismin cilvesiyle Vacibü’l-Vücuda bakan ehl-i hakikat” gibi tefekkür hassasını kullanarak mevcudatla ünsiyet etmiş, onlarda tecellî eden Esma-i Hüsna’nın müşahedesi sayesinde “ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet kazanmıştı.”

Çam Dağı’nda ve Barla’nın, Isparta’nın, Kastamonu’nun, Emirdağ’ın başka menzillerinde yaşadığı zahirî yalnızlık; hakikî halvet, uzlet, ünsiyet, tefekkür, tezekkür hâlleri sayesinde Bakara Sûresi’nin “Kime hikmet verilmişse, işte ona pek çok hayır verilmiştir” meâlindeki 269. Âyet-i kerimesinin sırrına mazhar olmuştu. Bütün Sözler, yani Risâle-i Nur Külliyatı da o mazhariyet sayesinde tecellî etmişti.2

Hayatının Eski Said safhasının manevî merhaleleri; Kubbe-i Hasiye’deki, Erek Dağındaki halvet hâllerinde meydana gelmişti. Yeni Said safhası da “İstanbul’daki hayat-ı medeniyeden usanç ve şaşaalı hayat-ı içtimaiyeden bir nefret geldi.”3 “Halvet ve uzlet bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafındaki Sarıyer’de bir halvethane kendime buldum.”4 diyerek Eyyub Sultan’da, Sarıyer’de, Çamlıca’da, Yuşa Tepesinde yaşadığı yalnızlıklar sayesinde gerçekleşmişti.

Allah’ın, İsm-i A’zam mertebesindeki Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs isimlerinin izahı mahiyetindeki Otuzuncu Lem’a Eskişehir Hapishanesinin tecrit koğuşunda, El-Hüccetü’z-Zehra Afyon Hapishanesindeki zindanda,  Ayetü’l-Kübra sürgün edildiği Kastamonu’da, Meyve Risâlesi Denizli Hapishanesinde yaşadığı yalnızlıkların dünya ve ahiret saadetine müteallik, manen leziz, mugaddî meyveleri idi.

Tek başına gönderildiği Burdur’da, Barla’da, Isparta’da, Kastamonu’da, Emirdağ’da; yetiştirdiği talebelerinden meydana gelen mahallî cemaatleri; ellili yıllarda istediği yerlere gidebileceği, her türlü içtimaî hayatı yaşayabileceği hâlde, Emirdağ’da isteyerek yaşadığı halvet hâlleri sayesinde yazdığı lahika mektupları ile cihanşümul Nur Hareketi şeklinde teşekkül ettirmişti.

Böyle hususî halvet ve uzlet hâlleri, ancak onun gibi büyük zatlara hastır.

Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed’e (asm), aynı zamanda risâlet tebşiri manası da taşıyan “Oku” mealindeki âyetler, Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda, günlerce yalnız yaşadığı halvet hâlinde münezzeh ruhu, o muazzam nuru taşımaya liyakat kazandıktan sonra inzal edilmişti.

Hazret-i Musa (as) Cenâb-ı Hakkın mukaddes hitabına, tek başına çıktığı Tur Dağı’nda günlerce yalnız kaldıktan sonra mazhar olmuştu. Dağ, O’nun (cc) azametinin bir şuaını taşımaya tahammül edemeyip parçalandığında, kendinden geçen Musa Aleyhisselam yine yalnızlığın tezahürü olan halvet ve uzlet hâlindeydi.

Hazret-i Yusuf Aleyhisselâma, peygamberliğin ve Mısır sultanlığının yolu, kardeşleri tarafından atıldığı kuyuda çok zor şartlarda yalnız kaldıktan, yıllarca bir nevi yalnızlık olan köle hayatı yaşadıktan ve Mısır zindanlarını medrese-i Yusufiye hâline getirdikten sonra açılmıştı.

Müceddid-i Elf-i Sâni sıfatını taşıyan İmam-ı Rabbanî, İslâm dinini tahrife teşebbüs eden Cihan Şahın menfi icraatlarına karşı çıkıp makam ve ikram tekliflerini reddedince atıldığı zindanda ömrünü tamamlarken müridlerine yazdığı mektuplar sayesinde telif etmişti, tesiri asırlar boyu devam eden Mektubat’ı.

Peygamber Efendimize (asm) duyduğu muhabbetle iştihar eden ve o (asm) altmış üç yaşında vefat ettiği için kendisi de o yaşta ölmek isteyen Ahmed Yesevî Hazretleri, altmış üç yaşında ölmeyince tekkesinin bahçesine kazdırdığı kabir-vârî inzivahanede altmış üç sene daha yaşayarak eserlerini yazmış, müridlerini, talebelerini yetiştirmişti.

Rivayetlere göre Sinop’ta, fıçıyı andıran hücresinde yapayalnız yaşarken Makedonya kralı İskender, yüz binlerce askerden müteşekkil ordusu ile çıktığı Şark seferi sırasında kendisine rastlayınca hâline acıyıp “Dile benden ne dilersen” dediği Diyojen “Gölge etme, başka ihsan istemem” diyerek Büyük İskender’den daha büyük olduğunu göstermişti.

Zahiren yalnızlık gibi görünse de hakikatte maddî manevî, nuranî ruhanî bütün mevcudatla ünsiyet etmenin tezahürü olan halvet ve uzlet hâline, her hâlükârda her ruhun ihtiyacı var. Maddî, manevî kemalât, o büyük zâtlar gibi yalnızlığı halvet ve uzlet hâliyle yaşamaktadır.

Dipnotlar:
1) Mektubat, s: 60.
2) Mektubat, s: 31.
3) Lem’alar, s: 377.
4) Lem’alar, s: 366.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*