Bir gelecek tasavvuru olarak inanç; İnanıyorum, öyleyse varım!

Gelecek, onu beklemesini bilenlerindir, der Rus Atasözü. Gelecekle ilgili olası senaryolar toplumun her kesimindeki insanları ilgilendirmiş, üzerine ciddî oranda kafa yorulmuş, kitaplar yazılmış, filmler çekilmiştir. Çünkü beka arzusu taşıyan ruh, gelecekten de kendine bir yer edinebilmek için olası senaryoları öngörebilmeyi arzu eder. Geleceğe giden yol da geçmişten ve günümüzden geçiyor. Bu yolda ise her asrı nurlandıran Kur’ân hakikatleri yolumuzu aydınlatıyor.

Peki, ya gelecekte gençlerin manevî âlemleri nasıl şekillenecek? Sorusuna tek bir cevap bulabilmek çok zor olsa da, geçmiş ve günümüzün aynasından geleceğe dair bazı temel taşları görebilmek mümkün. Dinlerin, inançların tarih boyunca her uygarlıkta var olduğunu biliyoruz. Çünkü din ve inanç, öyle ya da böyle insan aklının zorunlu olarak vardığı bir sonuçtur ve insan toplumlarından bunu kaldırdığınızda yerine koyabileceğiniz hiçbir şey yoktur. İnsan, başını kaldırıp yıldızlara bakma ve düşünme ihtiyacı olan bir varlıktır. Kendi varlığını ve kâinatı anlamlandırabilmek için, kendini kâinatta anlamlı bir yere koyabilmek için inanca ihtiyacı vardır. İnanç, insanın mahiyetinde âdeta bir kilit taşı hükmündedir ve diğer her şey ona tâbidir diyebiliriz. Nitekim inançsızlık olarak bilinen ateizm dahi kökeninde bir inanç taşır.

Fıtratında böylesi bir inanma ihtiyacı olan bir insanın bunu külliyen reddederek inkâr etmesi, kalp, akıl, ruh, sır ve sair latifelerindeki bütünlüğü de bozacak, âdeta insanın manevî âlemini paramparça edecektir. “İnsan küçük bir kâinat olduğu gibi, kâinat dahi büyük bir insandır.” Hakikatiyle baktığımızda küçük âlemdeki kilit taşının bozulması neticesinde, büyük âlemin de yıkımınınetice vermesi kaçınılmazdır. Bir başka ifadeyle Dünya ruhsuz bir vücut değil ruha sahip bir cesettir. Dünyanın maddî ömrü, manevî dünyanın ömrüne bağlıdır. Dünyanın (kâinatın) manevi ömrü de Kur’ân’a bağlıdır. Dünya Kur’ân’la bağını kopardığında manevi ölümü ve ardından maddi ölümü gelecektir. Bediüzzaman Hazretleri bu riski ve akıbeti Sözler’de 10. Sözün Zeyli’nin İkinci Parça’sında şöyle ifade etmektedir: “Eğer kâinattan risalet-i Muhammediye’nin (asm) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek. Belki şuursuz kalmış olan başını, bir seyyareye (bir uzay cismine) çarpacak, bir kıyameti koparacak.”

Burada insana verilen asıl vazife ise, iman ile kâinatın ömrünü uzatmaya gayretle çalışmaktır. Din ve inanç, kâinatın ruhu hükmünde olup kıyamete kadar devam edecek olsa da, onu taşıyan beden hükmündeki çağların koşulları elbette yenilenecek, tazelenecek ve farklılık gösterecektir. Son peygamber Hz. Muhammed (asm) ile kemale ermiş olan İslam dini, 14 asırdır varlığını sürdürmektedir. Asr-ı Saadet ile başlayan bu süreçten günümüze doğru geldikçe, hak dinin hakkıyla yaşanabildiği toplumların giderek sınırlandığına şahit olmaktayız. Günümüz ise “hız ve haz çağı” olarak nitelendirilmekte, Dünya görüşü, teknolojik ilerlemeler, ekonomi başta olmak üzere birçok husus hayatı bütün boyutlarıyla etkilemektedir. Ayrıca etkilenen de sarmal etkisiyle başka alanları etkilemekte, hızlı olan döngü daha da hızlanmaktadır. Bir bakıma zaman hızlanmakta, her şey eskimektedir. Küreselleşme ile de tüm dünya ortak bir kültüre dönüşürken, dijitalleşme ve etkileşimin çeşitlenmesi ve artması da bu süreci hızlandırmaktadır.

Elbette din de bu durumdan kaçınılmaz olarak nasibini almakta ve dinin anlaşılma biçiminin çeşitlenmesi, tüketim kültürünün dini de kendi amaçlarında kullanması, seküler bir din algısı, kitle iletişim araçlarının dini kendi formatında yeniden üretmesi ile sonuçlanmaktadır. Aynı zamanda dinin görünürlülüğü ve farklı yorumlanma biçimleri de artmaktadır. Örneğin mistik akımlar, dine ve dinî olana inanç, felsefe vb. yönelik ilginin varlığı dikkat çekmektedir. İlginin arka planında insanın bugünün hâkim anlayışıyla karşılanamayan ihtiyaçlarının, itirazlarının, hayal kırıklıklarının, yabancılaşma duygusunun vb. hususların maneviyatla telafi/tedavi edilmesi yatmaktadır.

Bu akımlara en çok maruz kalan kitlenin ise gençler olduğunu söylemek mümkündür. Geleneksel din anlayışına karşılık, daha pratik çözümler, nefsin hoşuna giden uygulamalar, popüler kültür ürünleri, sorgulamayı gereksizleştirip kabulü hızlandıran bilgiler alternatif olarak sunulmakta, böyle bir toplumsallık gençleri “din buysa ben yokum” konumuna getirmekte ve modernizme daha da yaklaştırmaktadır. Dinle birlikte ahlâkî eğitimlerini de ailenin ve okulun dışında farklı kaynaklardan da alarak beslenmektedirler. Aileler çocuklarına dinî ve ahlâkî öğretilerini aktarsa da çocukları üzerinde tesiri az olmaktadır. Nitekim yapılan çalışmalarda, sosyal medya, aile ve çevrenin dinî yaşantısı, dinî cemaatlerin ve din adamlarının tutumları, siyasî gruplar, sınır tanımayan özgürlük anlayışı, ergenlik dönemi özellikleri, dikkat çekme, popüler kültür gibi çoklu faktörün gençler üzerinde etkili olduğu belirtilmektedir.

Geleceğin aktörleri olan gençlerin, günümüzde hayata dair temel değerleri şekillendiren bu tür kaynaklardan ne şekilde beslendikleri, gelecekte onların bu hayata nasıl bir değer katabileceğini de belirlemiş olur. Ailelere düşen, çocuklara daha fazla bilgi vermekten ziyade, sahip olunan bilginin nasıl kullanılacağını öğretmek olmalıdır. Bunun da en kısa ve tesirli yolu, her hal ile örnek olmaktır. O halde gelecekte gençlerin manevî âlemleri, günümüzde en çok şahit oldukları ve örnek aldıkları kişilerden veyahut topluluklardan etkilenecektir, demek mümkündür. Bununla beraber her çağda olduğu gibi iman, Kur’ân aleyhine çevrilen planlara karşı Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu dünyaya ispat etmeyi kendisine bir ideal olarak seçecek gençler elbette çıkacaktır. Bediüzzaman Hazretlerinin, “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler Cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır!” ifadeleri buna delil gösterilebilir. Günümüzün, bu müjdeli yılların başlarında olduğunu söylemek mümkündür. Bizlere düşen, nur tohumları ekmek ve neticeyi Allah’a bırakmaktır. “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez.” Düsturuyla, ıslaha kendi nefsimizden başlamaktır. Nazarımızı geleceğe çevirirken ümitle bakmak, gecenin en karanlık anlarının, sabaha en yakın anlar olduğunu hatırlamaktır…

Kaynakça:
1)  Tıklayınız. – Köprü Dergisi

2) Tıklayınız. – Dergi Park

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*