Aşk

Edep, ihlas, iman ve aşk… Aklın bu dört unsurla bileşkesi, insan için zihin çarklarında güzel meyveler verecektir.

Antik Yunanlar, aklın doğanın kanunlarına uyup uymadığını araştırmayı denediler. Ancak bu yoldan ilerleyerek (dehâ) üzerine pek bir şey koyamadılar. Bu durum Descartes’a kadar böyledir. Mehmet Âkif’in, ‘felsefede Bediüzzaman’a talebe olabilir’ dediği Descartes’ın aklı keşfinin yanında, Bediüzzaman’ın şu yaklaşımı aşkı da akılla birlikte keşfetmeyi gerektiriyor:

“Aklın pek garib bir hali vardır. Öyle bir yed-i tûlâ (aklın eli uzundur) sahibidir ki, bazan kâinatı ihata etmekle kucağına alıyor. Bazan daire-i imkândan çıkar (matematiğin de üzerinde), en yüksek dairelere müdahaleye çalışır. Bazan da bir katre suda boğulur, bir zerre içinde yok olur, bir kılda kaybolur (batmaktan kork!). Maahâza hangi şeyde fena ve kaybolursa, bütün varlığı o şeye münhasır olduğunu bilir. Ve hangi bir noktaya girse, bütün âlemi beraberce götürmek isteğindedir.” (Mesnevi-i Nuriye)

Burada aklın sadece anlamak değil, algılamak da (latife) bir işlevi olduğunu gösteriyor. Bu hâlin ilk yansıması elbette ihtiyaçlardır (onun kaynağı da insanın aczi ve fakrıdır). Bediüzzaman, buradan başlayıp ve katlanarak çoğalan bir seri bulur. Şöyle ki:
Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. (Sözler)

Anlaşılıyor ki, aşk, çoğu aklın bir ürünüdür. Bazan hakikati anlamak için bir akıl oyunudur. İnsanın hususi âlemini ışıklandıran bir kaynağıdır. (Burada Suhreverdî’nin Nur Heykelleri’ne bir atıf yapılabilir.) Mecâz ile hakikat ilişkisi algı boyutunda aşk ile kurulmaya çalışılır. Kendi âlemindeki aşk-ı mecâzî hakikat âlemindeki aşk-ı hakikîdir.

“Aşk, aşığı mecâz köprüsünde yücelten en güzel dergâhtır” der, Ahmedî.

Aşk bir araçtır; zihinde karşılığı, ma’nâ-yı harfî, ma’nâ-yı ismî, nazar ve niyet ile (akıl yürütme) belirlenecek bir fonksiyon üretebilir.

Kâinatta her şeyin eşler (ikililer) şeklinde yaratılması, ihtiyaçların katlanarak iştiyakı netice vermesine sebep oluyor. İbn-i Arabî, kadın ile erkek arasındaki iştiyakı, ‘bir şeyin kendi yurduna olan düşkünlüğü’ olarak açıklıyor:
“Allah, insan için yine insan sûreti üzere başka bir şahsı yarattı, ona da kadın adını verdi. Kadın kendi sûreti üzere zâhir olunca, ona müştak oldu. Bu hâl bir şeyin kendi yurduna düşkünlüğüdür. Şu izahımıza göre insana kadın sevdirildi.” (Füsusu’l Hikem)

Çağdaş sanatta da kadın evreni temsil eder, bu durumda insan da aklı temsil eder. İştiyakın katlanarak muhabbet olması, aslında muhabbetin “hâsıl” olması, bugün fiziğin evrendeki her yaratılışın kaynağı gördüğü (ve evrende belki de hakkında en az bilgi sahibi olunan) çekim kuvvetinin (cazibe) de hakikatini ifade edebilir. (Bu da başka bir yazı konusudur).

Mevlâna Divan-ı Kebir’inde, akıl, aşk ve can, der: “Bu üçü, dosdoğru müselles, her yaraya merhem, her derde dermandır.”

“Işk-ı mecâzî ülfetten olur, ışk-ı hakikî vahdetten olur. Ol sevdadan olur, bu süveydâdan olur.” Demek ki aşk-ı mecâzî ve aşk-ı hakikî aşk ile aklın doğru işbirliğinde doğru karşılığı verecektir.

Sinan Paşa’nın dediği gibidir:
Aşk âsâyiş-i candır,
ışk ârâyiş-i cihândur.

Bu durumda Fuzulî’ye göre ise, asıl olan aşktır; ilim dedikodudan (biz ona mecâz diyelim) ibarettir. Aşk, İbrahim Peygamberin (as) “batıp gideni sevmem” ile sonlanan “tecrübe”sinden bu şekilde kaynak bulur. Eğer öyleyse, İbrahim Peygamber için bu bir deneyim mi yoksa birikim  midir? Eğer deneyimse tekrara lüzûm yoktur, neticesi üzerinden gidilmelidir. Eğer birikim ise tekrarı gereklidir, ki bu da mecâzın zikri ile olur.

Peygamber aklı, tecrübenin doğru organizesini (nazm-ı maani) gerçekleştirmede de mükemmel sonuç veriyor; hakikat oluyor. Hakikat “Mevla”dır, Leyla mecâzdır… “Mevla Mevla” demekle “Leyla” kaybolup giderek, geçilmiş bir Kafdağı olarak yeni zirvelerin önünü açar. Ferhat bir mimar ve bir heykeltraştır. Hem de bir âşıktır. Önünde dağ, hem aşkına hem san’atına zemin ve Şirin gibi bir mecâz köprüsüdür.

Şâir Sâî, Mimar Sinan için de aynı şeyi söyler. Dağa benzeyen Süleymaniye’yi heykeltraş gibi yontup meydana çıkarmıştı:
Şirin’in aşkıyla başarmıştı bu işi
Seyredin Ferhat’ın kestiği dağı taşı…

Süleymaniye, neticede “kozmolojik mecâz” yani evrenin birer yansımasıdır. Servilere benzeyen sütunlar ve minareler, okyanusu andıran dalgalı desenli mermerler, gökkuşağı gibi kemerler, zevk denizinin yüzeyindeki kabarcıkları andıran kubbeler, yeryüzünden yontulmuş dağlar misâli kubbeli camiler, semavî küreler gibi kubbelerden asılı avizeler, cennet misâli mekânlar ve avlular. (Sinan Çağı, Gülru Necipoğlu)

Bediüzzaman’a göre, zihindeki mahsus âlemin hakikiyle ilişkisi zamandan ayrı sonsuz bir zemini kapsadığından aşk, bekâya olan katlanarak süren ihtiyacın mutlak gereğini tanımlayacaktır. Risale’lerde aşkın, çoğu, “aşk-ı bekâ”ya yönelik kullanıldığı görülür. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekâdan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü bekâ (hayal burada aklın elindedir, sonsuzluğa bakar) olmazsa muhabbet edemez. Muhabbeti katlanarak, bir gül goncası gibi açtıran aşk-ı bekâdır.

Bu yüzden, İslâm san’atında her eser “hüve’l Bâki” ile tamamlanır.

Bediüzzaman, (aşkın ve sonsuzluğun kaynağında olan) her hüsnün kaynağı hüsn-ü mücerreddir, der. Soyut güzellik, bütün meziyet ve inceliklerin birleşimi olan belâgat çiçeklerinin bostanıdır; bu çiçeklerin etrafında cilveleşen âşıkları da şair denilen bülbüllerdir. Bülbüllerin nağmelerine ruhanî ahengi (ritm, yani müzik) veren ise nazm-ı maânîdir (zihinde anlamların organizasyonu).

Üstad’ın “aklın pek garip hâli” dediği işleri burada ortaya çıkar. Aşkın mimarisi şöyle kurulur:
Zira, nazm-ı maânî mantıkla müşeyyeddir, yani sağlamlaştırılabilir.

Mantığın üslûbu ise müteselsil (silsile halinde) hakikatlere bakar; yani mecâz hakikat ilişkileri yükselerek doğru bir “akıl yürütmeye” dayanır.

Son olarak, Bediüzzaman’ın “aşkın sekriyle ve o şevk-i bekâ ve likâ ve visâlin muktezâsıyla” aşkın aklı kaybettiği (sarhoşluk) veya “aklın gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı hakâik-ı îmâniyeye yetişmediğinden” veya “ihâta edemediğinden” veya “aklın îmân noktasında tamamıyla inkişâf etmediği…” yeteneklere veya mesleklere “esaslı” eleştirileri olduğunu da hatırlamak gerekir.

 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*