Ömrümüz

“Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi

İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi

 Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi

Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi

Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise
Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi”

Bu şiir kime ait demeye gerek var mı? Bazıları konuşur, imza olur; bazıları imza atar “hiç” olur. Ömrümüzü nasıl da anlatmış değil mi! Biz çok uzun sanıyoruz ömrü; “bir an” hatta “bir an-ı seyyale” diyenler varmış. Yani akıcı bir an… An zamanın en küçük görüntüsü… Ne görüntüsü; göremezsin bile. Göz açıp kapamaktan da kısa… Böyle bir şey işte! Hayat o ha? O “an”lar birleşiyor, toplanıyor, yaklaşıyor, tutuşuyor, yangın oluyor, mevsim oluyor, bahar oluyor; hayatın oluyor; hayatın…

Hayatta ıskalayacağımız, “ıskalık” tek bir şey yok; hepsi canlı, iri, diri, semiz, tertemiz… Kirletiyorsak biz kirletiyoruz. Hayattan yana tavır almazsak eğer; biz yokluğa gideriz. Biteriz; ölmeyiz de ha… Yaşayanlar ölürmüş çünkü…

Diyor ki Koca Yunus: “Bir yel gibi ömrüm geçti.” 80-90 yıl yaşadığı söylenir. Çok da belli değil ne kadar yaşadığı… Orası çok önemli değil; bir şeyler yapıyor olmanız önemli ya… Kelebeğin ömrü ne kadar ki… Ömrü çok az olanlar var böyle ama bir imza atar giderler. İşte adını demeseniz bile okuduğunuzda: “Hah! Bu falanın…” dediğiniz şiirler, yazılar var. Biraz kitaba aşina olanlar bunu hemen anlar.

Göz açıp yummak gibiymiş hayat ha… Bu kadar kısa bir hayata bu kadar telaşeyi, bu kadar aceleyi, bu kadar aceleciliği, bu kadar koş koşu nasıl yüklüyoruz! İşte bunu ben anlamıyorum. Siz anlıyorsanız bana da anlatın…

Eşilmedik yer kalmıyor dünyada, bakıyorum her yeri eşiyorlar: evler, çarşılar, hanlar, hamamlar, saraylar… Aman ya Rabbi! Ne olacak! Çadırda yaşayanlar da yaşamış, ölmüş. Sarayda yaşayanlar da yaşamış ölmüş. Haa, tutturduğum bir şey yok. Abartıya karşıyım; her anlamda. Azın abartısı da abartı; çoğun abartısı da abartı…

“İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi”

Şahidimiz Allah… O bizi hep görüyor. Bir gövdemiz var, bir canımız var. Gövde, kafes misali… Konuk… Misafir… Bakın, konup göçmekten geliyor. Misafir, seferden geliyor. Yani bir yerde durmuyor. Yolculuğu, bu konup göçmeler, bu seferler çok iyi anlatıyor.

“Bir gün ola çıka gide”
Nedir o gün?
Her gün olabilir.
“Yaşımı sorma bana; her an ölecek yaştayım…
Yaşımı sorma bana; her dem yeniden doğmaktayım…” (Bu arada bu iki mısradaki ölecek yaşta olmak, her an yeniden doğmak fikirleri bir alıntıdır. Bu okuduklarımdan nazım-nesir arası bir karışım…)

Adama sormuşlar kaç yaşındasın diye: “Ölecek yaştayım…” demiş.

“Her dem yeniden doğarız bizden kim usanası” diyen de Yunus. İşte bunları birleştirdim: “Yaşımı sorma bana her an ölecek yaştayım. Yaşımı sorma bana her dem yeniden doğmaktayım…”

— Kaç yaşındasınız?
—Ölecek yaşta…
—Kaç yaşındasınız?
—Yeni doğdum.

Evet abartıyoruz. Yaşlarımızı, yaşsızlığımızı… Yani şu anın bir ömür olduğunu unutuyoruz.

“Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi”

Kafesin kapısı açılmayagörsün! Kuşcağız hemen çıkar, hürriyete uçar, çırpar kanatlarını, yeter beni burada bağladığınız, diye. Evet, can, kafeste de… Yeter artık, diyerek (uçarak) gidiyormuş.

Cenaze… Can-azad’ın kısaltılmışı imiş. Yani canın azad olması, hürriyetine kavuşması… Azadlık Meydanı imiş Hürriyet Meydanı’nın adı Azerbaycan’da.

İşte insan ölünce gerçek hürriyetine kavuşuyor. Can, hürriyetine kavuşuyor. “Yeter!” diyor, artık can: “Kafesimde sıkıldım!”

Evet o yüzden bir çıkış, bir yol, bir açıklık ararız.

Fakat şehirlerde bizi “kafeslere” koydular. Biz, kuşları kafese koyduk. Evet, bizi kuş zanneden mühendisler, mimarlar da bizi “ev kafesleri”ne koydu. Kafes evlere koydular. Kafeslediler bizi! Kafese geldik! Nasıl çıkarız; bilmiyorum. Ama çıkmalıyız!

Dört ağaç dikilecek yere kocaman bir bina yapılmış. Dört ağaç alır orası.

Niye söylüyorum bunu? Dünya da bir kafes…

“Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi”

Saçılıyoruz. Biraz yaşayıp daha sonra ecel cellâdı geliyor, bizi götürüyor.

“Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise”

Yani, bu kadar kısa bir dünyada uzun işler yap, diyor. Bir hastaya var, bir içim su ver. Hastalara giderken, biraz cömertliğim tutarsa beş litrelik su ve kitap götürüyorum. Şaşırıyor bazıları, hastaya bunlar mı gelir, diye.

Ya hu!

Pasta (hemen) bitiveriyor, meyve de olabilir de kitap kalıcı olur, diye düşünüyorum.

“Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise”

Hepimiz hastayız aslında… Dün bir haber okudum. Son bir yılda 500 milyon artmış ilaç satışı. 500 milyon!

Hastalara ilaç yerine su içirsek; nasıl olur? İlle ilaç içecek hastalar var; o ayrı…

Neden yapıldığı belli olmayan ilaçların hastalara çok bi’ faydası yok gibi…

Delilli ama bu. Doktorlarımızın yazdığı ilaçların yüzde yetmişi isabet etmiyormuş. Doktorların kendisi söylüyor, hakperestler anlatıyor. Af edersiniz, pardon, yanlış ilaç vermişiz, yenisini verelim. Olacak şey mi! Yunus’un bir bildiği var ki söylemiş işte:

“Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise…” Hastalara giderken -mümkün mertebe- su ve kitap götürelim. Yanında saksıda bir çiçek de olabilir.

Giderken beni karanlığa terk etme; o kelimeyi söyle: Allah’a ısmarladık…

 

(Hafta içi her gün saat 16.30’da, tekrarı 21.00’da İstanbul Bizim Radyo’da yayınlanan
“Keyfince Lügât” programından deşifre edilmiştir.)

1 Yorum

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*