Her yazımıza görünmez bir besmeleyle başlıyorduk, fakat madem Kur’ân’dan bahsedeceğiz, bu sefer görünür bir besmele çekelim: بسم الله الرحمن الرحيم
Ramazan dolayısıyla Kur’ân hakkında yazacağımı öğrendiğimde çok sevindim. Klasik bir konu, “Kur’ân ayı Ramazan” hakkında yazacaksın, ama ne kadar içselleştirebilirsen o kadar güzel olur, denildi. Konu güzel, fakat Kur’ân hakkında yeni olarak ne söyleyebilirdim ki? Belki Kur’ân’ı okumayı gerçekten sevdiğim o Ramazan’dan bahsedebilirim. Ya da Hz. İbrahim’in (as), ilk olarak Risale-i Nur’dan öğrendiğim “Ben batıp gidenleri sevmem”1 yakarışını Arapça’sından okuyup tanıdığımda neler hissettiğimden bahsedebilirdim. Doğrusu da böyle olacaktır sanırım. Kur’ân’ın ilmî yönünü anlatacak, o alanda yetkili kişiler var mutlaka. Bizse o yetkiden uzak olarak, ancak kendi penceremizden gördüğümüz kadarını yansıtabiliriz.
Yetiştiğim aile ve çevrede Kur’ân’ın önemli bir kitap olduğunu anlamıştım. Rahmetli dedem ve -Allah hayırlı ömürler versin- babaannem sürekli okurlardı. Abdestsiz ona dokunamayacağımı ve belirli bir seviyenin üstünde tutmam gerektiğini bilirdim. Yazın camiye gittiğimde elif cüzünden Kur’ân’a geçerdim, yaz biterdi, ertesi yaz tekrar elif cüzünden başlardım. Unuturdum çünkü okumasını. Biraz daha büyüyüp bir şeyleri sorgulamaya başladığımda bunu da sorguladım. Hep değer verilen bir kitap olarak gördüğüm Kur’ân, benim için gerçekten değerli mi? Hayatımdaki yeri nedir Kur’ân’ın? Babaannem Kur’ân okumanın çok güzel olduğunu, lezzetli olduğunu söylüyor. Peki neden ben o lezzeti alamıyorum? Soru sormak güzel de, bir de cevapları nerede bulacağımızı bilsek… Benim sorumun bir tek cevabı yokmuş. Risale-i Nur’u okurken farkında olmadan cevaplar almışım sürekli. Mesela “Kur’ân nedir?” sorusuna verilebilecek en güzel cevabı 25. Söz’de bulmuşum:
“Kur’ân;
- şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,
- ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi,
- ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri,
- ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı,
- ve sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikın miftahı,
- ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı,
- ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi,
- ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi,
- ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası,
- ve zât ve sıfât ve esma ve şuun-ı İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kàtı’ı, tercüman-ı sâtı’ı
- ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi,
- ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ ve ziyası,
- ve nev’-i beşerin hikmet-i hakikiyesi,
- ve insaniyeti saadete sevkeden hakikî mürşidi ve hâdîsi,
- ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcat-ı mânevîyesine merci’ olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir Kitab-ı Mukaddestir.”2
Bu cevabı okuduktan sonra arkadaşlarıma sormuştum, “Sence Kur’ân nedir?”. Cevaplar ekseriyetle “kutsal kitabımız” olması etrafında yoğunlaşmıştı. Bu kadar mıydı? Kur’ân, sadece kutsal bir kitap mı? Hem kutsal kitap ne demekti ki?
Sonra Üstad Bediüzzaman’ın bir Ramazan-ı şerifte, Bayezid Camii hafızlarını dinlerken şeytanla giriştiği münazara ve şeytanın “Sen Kur’ân’ı pek âli, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhakeme et, öyle bak” vartası üzerine yazdığı 15. Söz’ün Zeyli de Kur’ân’ın beşer kelâmı olamayacağını ispat etti bana. “Heyhat! Binler berahin-i kat’iyyenin mıhlarıyla Arş-ı A’zam’a çakılan bu muazzam pırlantayı hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip onu düşürebilir?”3
İşarat’ül-İ’caz ise Kur’ân’daki her bir kelimenin ve harfin önemini ve mu’cizeliğini ispat etti. Bakara Suresi’ndeki münafıklarla ilgili 17-20. âyetlerin tefsiri, bilhassa “Şimşeğin çakması neredeyse gözlerini alıverir” âyetinin şimşekler kuvvetinde ve parlaklığındaki ifadesini bu kitapta öğendim.
Bir الحمد لله kelimesine 29. Lem’a’da koca bir bâb yazıldığını gördüm. Bu, “Subhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber” kelâmlarının hakikî tefsirlerinin yapılamayacağını öğrendim. Sonsuz mânâlar içeren bir kelime nasıl tercüme edilebilirdi ki? Bu yüzden bu kelimelerin -bir hocamın da dediği gibi- yükte hafif, pahada çok kıymetli kelimeler olduklarını gördüm.
Başta ifade ettiğim gibi, okudukça farkında olmadan sorularıma cevaplar almışım. Almaya da devam ediyorum elhamdülillah. İşte böyle bir yaz günü, Barla’dan “hediyesi 15 lira”ya aldığım küçük Kur’ân’ımı okurken, belki de ilk defa fark ettim; Kur’ân okumak çok lezzetli. Çünkü okuduğum kitap; bilmediğim bir dilde, bilmediğim bir coğrafyada inmiş bir kitap değildi artık. Onu tanıyordum. 4 “لَٓا اُحِبُّ الْاٰفِل۪ينَ” âyetini okuduğumda 17. Söz geliyordu aklıma. Meleklerin
5 “سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَاۜ” duasını tanıyordum. Ve buna ancak şükredebilirdim.
Elhamdülillah, Kur’ân’ı bize bir hidayet ve nur kaynağı kılana. Elhamdülillah, bizleri Risale-i Nur dairesi içine dâhil edene. Elhamdülillah, nimetin nimet olduğunu bildirene. Madem nimeti nimet bildik, Kur’ân nimetinin indirildiği bu mübarek aya kavuşmanın bir şükrü olarak, Kur’ân’a biraz daha çalışmak ve onu anlayabilmek duasıyla…
İlk yorumu siz yazın