2020’nin Ramazan Ayı da kendi gibi benzersiz geçiyor. Allah’ın küçücük bir mahlûku bütün hayatımızı alt üst etti. İyi bildiğimiz şeyler kötü oluverdi, olmazsa olmaz sandıklarımız bir anda yasak hâline geldi. Sevgi göstergesi en masum hareketlerimiz, bize zarar vereceği için kaçındığımız davranışlara dönüştü. Güvenli alanımız tehdide uğradı, psikolojimiz bozuldu.
Çünkü insanın en temel duygularından biridir güven. Hayata güvenle başlarız, güvenle tutunuruz, ancak güvenle sağlıklı yol alır, büyürüz. Dolayısıyla ne kadar etkilenmemeye çalışsak, etkilenmediğimizi sansak da aslında bütün dünyada olan biten bu hadise bizi, ruhumuzu derinden etkiledi. Bu süreçte ruh sağlığımıza yapacağımız en iyi yatırım ve onarım, güvenli alanımızı geri kazanmak, yeniden oluşturmak. Neyse ki Ramazan tam zamanında yetişti, kalplerimize şifa olmaya geldi.
Ramazan’ı insan psikolojisine faydası açısından değerlendirecek olsak, söyleyecek çok fazla şey var. Ama önce, bu sene aslında en çok neye ihtiyacımız vardı da Ramazan o yönden şifa olacak bize, onu anlayalım. Uzun süredir evlerdeyiz. Bundan hepimiz sıkıldık, öyle değil mi? İlk başta bu duruma sevindik, dışarı çıkmak zorunda olduğumuz için evde ihmal ettiğimiz bazı görevlerimizi yerine getirdik. Evde biriken veya yapılması istenen işler yapıldı. Aile bireyleriyle biraz daha birlikte vakit geçirdik. Uzun zamandır ertelediğimiz telefon görüşmelerimizi yaptık. İzlemek için sıraya koyduğumuz filmleri, dizileri seyrettik. Raflarda bekleyen kitapları teker teker aşağı indirdik falan.
Ama kısa bir süre sonra bunlar bize yetmemeye başladı, öyle değil mi? Değişik tarifler denedik, kendi ekmeğimizi pişirdik, farklı hobiler edinmeye çalıştık, el uğraşları, türlü türlü oyunlar araştırdık, ebeveyn olanlarımız çocuklarla farklı aktiviteler yaptı, lâkin yine de olmadı. İçimizdeki o boşluk kapanmadı.
Aslında neydi canımızı bu kadar sıkan, evde kalmak mı? Evde kalıp, ne yapacağını bilememek mi? Evet, belki güzel havalarda dışarı çıkmayı, sevdiklerimizle buluşmayı, mağaza mağaza dolaşmayı, işi, okulu da özlemişizdir, ama bence bizim asıl canımızı sıkan evde kalmak değil, kendi kendine kalmaktı. “Ne kendi kendine kalması canım, online eğitimden/görüntülü konuşmalardan/işten güçten/çocuklardan fırsat bulamıyorum ki ben, ah bir bırakılsam kendime” dediniz belki de. İşte sorun burada, kendine kalamamakta. İtiraf edelim, aslında içten içe kendimize kalmak istemiyoruz.
Çok uzun zamandır hayatımızın bizim dışımızda şekillendirilmesine, planlanmasına alışkın vaziyetteyiz. Ve güvenli alanımız tam da bu olmuş. Rutinler, planlı organizasyonlar, dışarı çıktığımızda gezeceğimiz mekândan tutun yemek yiyeceğimiz yere kadar, çocuğumuzla hangi oyunu oynayacağımıza kadar her şey öylesine hazır ki bizim için. Bize düşen sadece bunları bir sıraya koymak.
Bütün bunlar elimizden gidince ne yapacağımızı şaşırdık. Bir şeyleri ya zorunlu olduğu için ya da başkasından gördüğümüz için, başkası tavsiye ettiği için yapar idik. Hâlâ bunu devam ettirmeye çalışıyoruz. Biri “karantinada şunu yapıyorum” diye bir akım başlatıyor, hepimiz onun peşinden gidiyoruz. İyi de neden araştırıyoruz ki, nereden biliyoruz böyle bir akım olduğunu? Çünkü insan bildiği şekilde yaşamak ister, budur ona güven veren. Her şeyin eskisi gibi devam ettiğine inanmak için, güvende hissetmek için yaptığımız bir şey bu. O kadar doğal ki.
İçimizden geldiği gibi ve içimizden gelerek yaşamaya uzağız. Biz biriktirmeyi, ertelemeyi, yönlendirilmeyi, izlemeyi ve kaydetmeyi biliyoruz. Oysa insan için en değerli şey kendi varlığıdır. Kendi varlığımızı göremiyor, gerçekte önemsemiyor hâldeyiz.
Var olan bozuk algıyı devam ettirmeye çalışmak yerine, içinde bulunduğumuz durumu fırsata çevirmeye ne dersiniz? İnzivanın hakikati bu değil midir aslında: Kendi kabuğuna çekilip kendi varlığının derinliğine inmek? Oradan gerçek varlığa yol bulmak ise sonuçtur. “Kendini bilen Rabbini bilir” sırrınca, ancak kendi kendimize kalmayı başardığımızda gerçekten kim olduğumuzu, ne yapmak istediğimizi ve kendi varlığımızı gerçekleştirmek için neye ihtiyaç duyduğumuzu keşfedebiliriz.
Ramazan bu noktada yardım edebilir bizlere. Îtikâfı her zaman enteresan bir ibadet olarak görürdüm. Ama senede bir defa açlıkla bütün bedeni ve ruhu arındırmanın yanında, çoluğu çocuğu, aileyi, işi, okulu ve her şeyi bir kenara bırakıp kendimizle kalmaya teşvik edilmenin sırrını bu seneki kadar anlamamıştım. Bir aylığına, on günlüğüne de olsa terk edebilecek bir hayatımız olması, öğüt edilmiş olmuyor mu aslında bizlere itikâfla. “Hiçbir şeye bağlanmayın, hiçbir şeyi de kendinize bağlamayın. Hiç değilse bu süre zarfında planlanmış bir şeyiniz olmasın. Zikrin, ibadetin belirli günü, saati ve adedi olmasın sizin için. Neye ne kadar ihtiyacınız olduğunu kendiniz keşfedin.”
Evet, belki okunacak çok güzel kitaplar var, ama kendimizden daha değerli, daha güzel kitap var mı? Evde kaldığımızda ne yapacağımızı düşünüp araştırmaktan ve listelemekten -çünkü biriktirirken bile zamanı kaçırıyoruz aslında- ya da evde kalan diğerlerinin gününü organize etmekten -çünkü evde kalmazken de alışkın olduğumuz şey buydu- kendimizi okuyacak fırsat bulamadık mı yine?
Ölesiye korkuyoruz canımız sıkılacak diye. Bırakalım canlar sıkılsın. Sıkılsın ki, herkes o sıkıntıyla baş etmeyi öğrensin. Şu duyguya bir kulak verelim. Aman boş kalmayalım, telâşını bir kenara bırakalım. Biraz boş kalalım gerekirse. Ama bu boşluğu bir oyuncakla, teknolojik bir aletle oyalanmakla geçireceğimiz gelmesin akıllara. Gerçek anlamıyla boş kalalım.
Îtikâf on gün boyunca her saniye ibadet etmek, dua etmek midir ki? Yanımızda bizi oyalayacak dünyevî hiçbir şey olmadan boş durmayı bilmediğimiz için, o boşluğun ve içe dönmenin bize neler kazandırabileceğini de anlayamıyor olabiliriz şimdilik.
Biz mâlâyâniyatla meşgul olmayı boşluk, boşa vakit geçirmek diye dilimize almışız. Hâlbuki her saniyesi boş dursak, gerçek anlamda boş dursak bile, bağlandığımız ve kendimize bağladığımız bütün zararlı şeylerden kısa bir süreliğine de olsa ayrı kalabileceğimizi tecrübe etmek, bence harika bir deneyim olur.
Bir hayâl edelim, kaçımız hayatındaki bütün sorumlulukları bırakıp on günlük îtikâfa girebileceğini düşünebilirdi? Bence çok azımız bu seneki kadar düşünebilirdik. İtiraf ediyorum ki, ben düşünemezdim. Belki birkaç saatliğine bir köşeye çekilip, bütün bağlantıları kopararak ibadet etmeye çalışıyordum, ama bütün hayatımı yaşamayı durdurabileceğim aklıma gelmezdi. Hele okul veya iş varsa bunu başarmak için sınırlı sayıdaki izin hakkımı kullanmam gerekir ki, o zaman da aile faktörü bu düşünceye engel teşkil ederdi. Çünkü senede zaten çok az olan izin zamanını aileye ayırmamak olmazdı.
Ama bakın bu sene Ramazan öyle bir geldi ki, daha gelmeden önce bütün bu müşkülümüzü halletti. Önce bizi inzivâgâha soktu, orada uzun süre kalmaya alıştırdı. Sonra bütün diğer bağlarımızı tek tek kopardı.
Dışarı çıkmadan da yaşanıyormuş, okul ve işe gitme mecburiyetinden bizi azad etti. Aileyle de epey müddettir yüz göz hâldeyiz. Şimdi artık herkes evde, bir arada. Evde ne yapılır bu süre zarfında tecrübe ettik.
Kimsenin kimseye hakikî bir bağlılığı olmadığını gördük ve dahası görünen sûrî bağlılıktan da bir nebze bunaldık. Şimdi tek bir şey kaldı, o da artık kendi içimize dönmek. İmtihansız, öyle kolay olmayacak tabiî, bir vartamız varsa, o da iletişim araçları vesilesiyle o yalnızlık ihtiyacını ve can sıkıntısını tam hissedemiyor olmak. O varta da bu yazının okunduğu şu günlerde, Ramazan’ın da getirdiği rahmet ile bir parça ortadan kalkar diye ümit etmekteyim.
Şimdi bütün bu bağlantıları koparıp Hak’la bağlantıya geçmek vakti. Belki çok uzun zamandır îtikâf sünnetini yerine getirmediğimiz, çünkü îtikâf hakikatini yaşayamayacak derecede dünyayla ve içindekilerle bağlı olduğumuz için güvenli bildiğimiz alan arızalıydı. Şimdi onu onarma, hatta yeniden inşa etme vakti.
Hoş geldin Ramazan. Başımızı ekrandan kaldırıp, kendi hakikatine çevir. Hadi, bizi kendimize getir.
İlk yorumu siz yazın