Bağlam bağlarında gezerken: Usûl, küskünlük ve hürriyet

İki asıl ve bir yardımcı bağlamım var bu yazıda. Belki edebiyatı incitiyorum, ancak doğru anlaşılmanın çok önemli olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Birbirine küsmek veya darılmak ve milletlerin kendilerini hâkim güçlerin yargılarıyla ölçme hatası, asıl olanlar. Yardımcı bağlam ise usul üzerine. Usulca usûlden başlayayım. Yokuş aşağı salınalım.

Bir meseleyi ele alırken veya bir seçim yaparken kullanılan cihazlardan en popüler olan ikisi, akıl ve kalp. Ya da kullandığımızı sandığımız diyeyim. Çünkü gerçekte, öğrenme süreci biz fark etmeden bitmiş, karar çoktan verilmiştir. İnsan küçük-büyük travma ve öğrenme taklitleri sonucu bir seçim yapar, ispatına sonra çalışır. Şimdi bu kavramları canlandıralım. Vitesi düşürelim.

Kalp ehli akıl ehline özenince bazen komedi. Ama kara mizah değil. Şirin. Akıl ehli kalp ehline özenince sığlık. Çünkü yaşanmışlık yok; bakmış, ama görmemiş, görmeyi bilmediğinden bakmayı maharet sanıyor. Bağlam karmaşalarında anlamlar kayboluyor. Bu da yetmezmiş gibi bağlamsızlık, bağımsızlık sanılıyor. Tam tersi aslında, bu yalancı hürriyette hiçbir şey tamir olmuyor. Fikir meclisi tamirhaneden tımarhaneye dönüyor. Aklın esareti, nefsin zarafeti. Var olan tek şey polemik. Bağlam yoksa gerçek de yok.

Gövdesi “nefis”ten, bir kanadı kalp, bir kanadı akıl, bir kuş. Ehl-i hakikat! Gövdesi ağırsa o da uçamaz. İdmanı ihlâs ve uhuvvet. Kiloları verir uçar. Ama bu ayrı bir konu. Gevezeliğimden. Yan yol. Yolumuza tekrar dönelim.

Döngüye Türkçe kısırı eklemiş. Ya da fâsit daire. Sadece döngü yetmemiş. Ya da daire. Acayip bir sıfat tamlaması. Bir düşünür belki babası. Tespit yapayım derken sebepleri öldürmüş. Peki neden yapmış bunu? Kasıtlı mı yapmış? Peki niye âlim olmuş? Desinler diye mi olmuş? Sanatçı ve düşünür empati kurmak için hâkim güçleri seçtiği çağlardan beri bu hep böyle olagelmiştir. Akıl bir kandırma aracı olurken kalpte o yalandaki doğru olur ki, o yalan yutulsun.

Ancak bir uyanık tarafımız var ki, tecrübemiz. Tecrübe, işine gelmediği sürece hiçbir yalanı yutmaz. O hâlde asıl bağlamlarıma bağlanayım artık. Oto yola çıkayım.

Tecrübe ile akıl edilen bir tefekkürümü paylaşmak istiyorum. Delilsiz bir sonuç, sebepsiz bir ispat gibi. Hayır, kelime dizim hatası yapmadım, tecrübem buna müsaade etmiyor. Akıl ve kalp gizli müttefiklerim. Şoför koltuğunda tecrübe.

İnsan güçlü ve üstün olduğu bir konumu hakikatin “karşılıksız” hatırı için bırakır mı? Siyahîlerin de yaşama hakkı var denildiğinde, biz beyazlar katında olmadıkları kabulü kendini ele vermiyor mu? “Tamam biz daha üstünüz, ama onlar da insan.” Bu üstünlük davası ve bastığımız yerin yüksekliğine karar veren tarih, kuvvetler birliği, sosyo-ekonomik durum, zekâ, güzellik, yetenek… Birçok faktör. Bu bilgiler, çoğunu biz seçmediğimiz hâlde karşımızdalar; onları işlememizi ve yorumlamamızı bekliyorlar. Bizi en tepeye çıkaran yorumu seçmeyi, en adil ve en akıllıca olanı sanıyoruz. Ama öyle değil. Güncellenmediği için değil, yanlış olduğu için patlak veren sistemlere sahibiz.

Ne var ki, bu bir devrim sebebi değil. Çünkü değişmeyecek. Ancak tamir etme çabamız bizi değiştirecek. Ferdan ferda değiştiğimizde ise, sistem kendiliğinden değişecek. İnsan ise, zorda kalmadığı sürece düşünmez ve değişmez. Toplumun kaldıramayıp bireye kadar taşan zorluklar ise ne yazık ki küçük olmayacak. (Rabbimiz her daim bizi Rahmetiyle imtihan etsin. Amin.)

Sanki Yaradan, sistemini öyle bir yaratmış ki, sadece Ondan isteyelim ve gerçek dostun O olduğunu anlayalım. Neden ve nasıl mı? Sevdikleriyle küsmeyen yoktur, sonradan barışsa bile. Açılan bazı büyük küs yaralarını ancak yüksek “kutsal inanç teslimiyetleri” tedavi eder. Bize kalsa, nefse kalsa çözümü yoktur. Nefs şunu bile dedirtir insana: Tamam hatalıyım. Ama sevgimiz bu kadar mı küçüktü? Küçük değildi aslında, şu var ki kendine olan aşkının yanına bile yaklaşamazdı.

“Öyle diyorsun, ama ben kendimi eleştiririm” ile gizlenmeyecek olan bu büyük aşkın nevrotik ve histerik yükünden kurtulmanın yolu daha büyük bir sevgi çeşidinin var olduğunu bilmekten geçer. Biri fenerse diğeri güneştir. Ve hatta bu sevmek kabiliyeti aslında o Büyük Sevgi’yi yorumlamak ve hissetmek için verilmiştir. Bu yüzden zorlansak da zorlanmaksak da, aslında ibadet etmeye su gibi hava gibi muhtacız. İbadet Rabbimizle iletişim kurma hâllerinin odaklanma vakitleri. Çekilen onca sıkıntının, verilen onca mücadelenin ancak o zaman bir anlamı var. Hiçbirimiz karnı tok bir kedi kadar bile mutlu değiliz.

Kısa boylu, fakir, çirkin, az akıllı, gelişmemiş ülke vatandaşı, uyumsuz, az konuşan, geveze, fırlama, anti-sosyal oluşumun ya da olmanın ölçülmediği bir yer var: Cennet. Orda bir şeyi elde etmek için mücadele vermeyeceğimiz için kardeşçe yaşamak konusunda hiçbir zorluk çekmeyeceğiz.

İbadet, gerçek ibadet; Cennet esintilerini bu “kendini güzelleme” dünyamıza getirir ve bu çirkin güzelleşme yarışının geçici olduğunu bize hatırlatır. İçinde bulunduğumuz “Matrix”i ancak böyle fark edebiliriz. Bu anlamda sırtı hakiki din olan Din-i Mübin-i İslâm’a, aslında Rabbe dayanmayan her türlü kardeşlik, mutluluk, sevgi, vicdan(!), adalet her daim nakıs ve sanal kalacaktır.

Bir davetiyedir Rabbimizin yarattıkları. Mesela, hafif bulutlu bir günde bir ormana, seni tedirgin etmeyecek bir yükseklikten bakıyorsun. İçine, bu ormandan gelen enfes çiçek, ağaç ve meyve kokuları ile karışmış tertemiz havayı çekerken, kuşların cıvıltısını dinlerken, huzura ne kadar da aç olduğunu fark ettiğin o an, bu davetiye içinde akşam olunca kaybolmaktansa, davete icabet edip o fânîlikten ebede bakmak, ebedi koklamak ve ebedi dinlemek istemez misin?

“Bir çiçeği yaratan, evet baharı da o yaratmıştır.” Bir ormanı yaratan, evet Cenneti de o yaratacaktır.

Seni Allah için seviyorum, çok derin bir sözdür anlamını bilene. Tek bir katmanı yoktur çıkmasını seçene. Evet, seçmek diyorum. Bazen bilmek seçmekten sonra gelir çünkü. İbadet de biraz böyledir işte. Tecrübe burada seçimden sonraki süreç. Tecrübe ediş sonrası ise, biliş.

Tecrübe ile yazıyorum dedim, ama bilmekle bitirdim. Bilmek iddiası, gizli müttefiklerimi açığa çıkardı. Yazı o yöne kaydı. Tecrübe, akıl ve kalp mevki savaşı yapadursun, ben bu akşam Karaca Ahmet Ormanı’ndan gelen kokuları ciğerlerime çekerken yazmaya karar verdim. Yazmayı seçtim. Aklın tecrübe ettiklerini, kalbin tecrübe ettiklerini sonraya bıraktım. Bağlamdan çıkmak istemedim. Gelin görün ki, bağlam kâinat ise hakikati öyle şümullü oluyor ki, sanki yeni bir “sırra” kapı aralanıyor. Çünkü bağlam “hakikat” içinde eriyor. İnsan o an karnı tok bir kedi olmaya özenmeyi bırakıyor.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*