Kavgalarımızın çoğu içimizdeki karanlığı aydınlık sandığımızda başlar. İnancımızı ya da doğrumuzu nefsimizle harmanlarız. İnancımız ve kabiliyetlerimiz arttıkça nefsimiz de büyür. Kendimizi hakikatin biricik atsız kahramanı zannederken gerçekte kendimizin ufacık temsilcisi oluruz. Atsız Donkişotlar savaşları başlar. Sahne bilmem kaç, tarih: Aylardan tekerrür, günlerden polemik. Kendimizi çok ciddiye aldığımızda mental ve ruhsal rahatsızlıkların da kapısı aralanır.
“Var olmak, nefes almak, sevmek ve sevilmek neyine yetmiyor?” der Yogi. “Evreni, psikolojinle yahut sahip olduğun meslekî uzmanlıkla anlamaya çalışma, varoluşunla bilmeye çalış. Bir ruha sahip olduğunu en sonunda göreceksin” der. Peki ya sonrası? Ya ötesi? O sana kalmış, der. Hem bakalım ruhunu hissedebilecek misin?
Ego kelimesi müthiş bir tanımdır bana göre. Ancak nefsin sadece bir şubesidir. “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Egosunu bilen, egosunu bilir.
Vacibü’l-Vücud olan Allah’ın (cc) kendisini, büyük iyilikler ve kötülükler yapma potansiyeli olan beşere tanıtmak ve bildirmek için seçtiği insanlara “peygamber” diyoruz. İyilik yapmaya gücü olmadığı hâlde kötülük yapmamayı tercih etmek de şartlara göre büyük bir iyilik sayılabilir. Çok zor şartlarda iyilik için bir an, bir istek duyup müthiş bir gayretle sadece seçmekle gelen muhteşem bir gücün vesilesi ile iyilik yapmanın hediyesi de o denli büyük olacaktır: İman-ı kâmil.
İçimizdeki karanlığı bilebilseydik aydınlık tarafımızı da görecektik. İstek, arzu, fikir ya da eylemlerimizin hangi tarafımıza ait olduğunu bilebilseydik her daim doğru olanı yapmayı seçebilir miydik? İçimizdeki krizi yönetebilir miydik? Ya da yönetebiliyor muyuz? Bazen evet, bazense hayır mı? İşte peygamberler bu krizi sürekli bir biçimde doğru yönetmeyi başardılar. Bedeli ağırdı belki, ama hediyesi de o denli büyüktü.
Peygamberler, Âlim-i Mutlak ve Âdil-i Mutlak’tan ders aldılar. Sadece bir mesaj, bilgi ya da haberle dönmediler bize. Kâinat bir kitapsa eğer onu okumasını ve anlamasını öğrettiler. Bir peygambere postacı demek, ilk başta Rabb-i Rahim-i Rahman’a saygısızlık ve eşref-i mahlûk olan insana yapılmış bir terbiyesizliktir. Kendini değersizleştirerek değerlenmeye çalışan tek ahmak mahlûk insandır herhalde.
Peygamberler, zaten sahip oldukları, ama artık kullanmasını da bildikleri süper bir güçle insanlık karşısında arz-ı endam ettiler. Bu güçlerini paylaşmayı vaad ettiler ve paylaştılar. Bu süper güç iman-ı kâmil idi.
Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (asm), insanlığın baş tacı, Mürşid-i Kâmil, İnsan-ı Kâmil, bütün güzelliği ile peygamberlerin mürşidi ve en kâmili oldu. Üstelik kâinat kitabında baş rolde ve kâinat ağacının, hep bilinen ve beklenen, hem çekirdeği hem de meyvesi olageldi. Kitap öyle yazdığı için değil, bir daha onun gibi bir insan gelmeyeceği için son Peygamber oldu. Geçmiş ve gelecek her şeyi gören, bilen ve duyan Zat, Lehv-i Mahfuz’a bunu böyle yazdı.
İnsan, insandaki değeri, Rabbinin bir antika sanat eseri olma itibari ile fark ettiğinde ve bir daha Efendimiz (asm) gibi bir insanın gelmeyeceğini de anladığında, aydınlık tarafa geçip, ona neden salavat getirdiğini, onu neden annesinden babasından, en sevdiğinden bile daha çok sevmesi gerektiğini anlıyor.
Kalbini nefsinin karanlık tarafıyla uyuşturanlar, akıllarıyla ruhlarının geniş dairesine hiçbir zaman giremeyecekler. Saygısız ve sevgisiz bir şekilde, Efendimizden (asm) bahsederken, Müslüman oldukları hâlde, objektif olduklarını sanarak, ona “peygamberimiz” dahi diyemezken, ona “peygamber” diye hitap ederlerken, nefislerinin karanlık tarafını aydınlık sanacaklar. İnsan, peygambersiz ve mukaddessiz anlaşılabilecek bir varlık değildir.
Tersi, işlem kalabalığı olur. Kristalden camlar çarpışıp durur. En güzel kristallerin elmas karşısında ne ehemmiyeti var? Peki ama bu kardeşlerimizle bir ortak yol bulabilir miyiz? Onlarla nasıl iletişim kurmalıyız?
Kararı en son kalp verdiği için, “Hakkın hatırı âlidir” sözünü referans alıp, kalp kırmamak, kırıp dökmemek gerek. Kalp kırmayacağım, diye de Hakk’ın hatırını haykırmada susmak değil belki, ama konuşmalara bir teneffüs arası vermek usule daha uygun olabilir. Muhataplarımızın hazır bulunuşluk ve irfan seviyelerine göre konumlanmak takiye değildir.
Takiye, karşı tarafın size uymayan fikirlerini kendi fikirlerinizi dikte etmek için kabul ediyormuş gibi gözükmektir. Bu ise açık ve net bir biçimde omurgasızlıktır. Siz ne kadar coşkun olursanız olun, karşınızdaki kabı kadar alacaktır. Bir de kabı çok geniş olduğu hâlde içine bilerek isteyerek zehirli atık suları karıştıranlar vardır. Onlar zaten sizi dinlemezler. Tevazu onlar için kibirlerini saklama sanatıdır. Nefsin kalbe, kalbin de nefse etkisi süreklidir. Kalp değişip durur. Bu yüzden, “Son nefeste iman” diye çok dua edilir. Kibir imana menfî yönde dokunduğu için büyük günahlardandır.
Aslında temsil etmek en güzelidir. Güzel temsiller olmak. Bununla beraber en güzelinin “hâl” olduğunu, bu yakınlarda, çok latif ve ihlas-ı etemme sahip olduğuna inandığım Nur Talebesi bir yakınımdan ders aldım. Ancak bu başka bir yolculuğun konusu. Bağlamdan çıkmayalım. Karanlık ve aydınlık tarafın sınır kapısında gezinmeyi bırakalım.
Beşer kendisini gerçekleştirdiği zaman değil, kendisini aştığı zaman insan olur. İçindeki krizi yönetmeyi seçtiği zaman. Bu insan olmanın ikilemidir. Çevremiz kendisini gerçekleştirmiş “hayvanlar”la doludur. Ve evet hayvanlar, çoğu zaman kendilerini gerçekleştirebilirler. Bu zaten biraz da hayvanlığın tanımıdır.
İnsanlık değeri ile, zenginlik, kariyerinde zirvede oluş, uzmanlardan en uzman oluş boy ölçüşemez. Gerçek üstünlük ancak Allah (cc) katında olandır. Dinim, zenginlik ve “ne pahasına olursa olsun başarmak” dini olmadığı için, peygamberlerim de dâhi iş adamları değiller. Metotlarını inceler, dünyaya katkılarına -ki daha çok almışlardır- saygı duyar, nev’imizin keşifleriyle şeref duyarız. Ancak onları kutsallaştırmayız. Yolda gördüğümüzde kendimizden geçmeyiz. Birçoğu vakıflar yoluyla iyilik yapıyor gibi gözükseler de büyük oranda menfaat sağlamaktadırlar. Sayılar yalan söylemez. Ancak burası ne satırı ne de zamanı. Paragraf alarmı!
Kalpler ancak ve ancak Allah’ı (cc) zikretmekle tatmin olur. Çok mu zengin olmak istiyoruz? Bunu gönlümüz istesin. Kalbimiz değil. Gönül, kalp, hayâl, nefis, akıl, bunlar anahtar kelimeler. Bir de ruh! Süper gücün hem hareket sahası hem de yoldaşı. Üzücü olan ise ruhlarını fark edenlerin, ruhsal önderlerin, ruhu hakikati örtmek için bir örtü gibi kullanmasıdır. Nefislerinin karanlık ve aydınlık taraflarını bilip, içlerindeki krizi de yönetebilme kabiliyetine sahip oldukları hâlde vardıkları sonucu gizlemeleridir. Cahilliğin, modanın ve popüler olanın teveccühü ile yetinmeleri çok acıdır. Takipçilerini de hesaba kattığımda, bazen, rikkatime çok dokunuyor.
Aslında “Niyetimiz ve derdimiz kadar insanız” der, kendimi kandırırım. Ancak niyet ve dert gayrete dönüşmüyorsa niyet tatlı bir yalana, dert ise yalandan bir niyete dönüşüyor. Kendi çapımızın dairesindeki sorumluluklarımızla başlamak, kuvveti “an”da toplamak, elbette aklın bir olan yolu. Ne var ki, süper bir güce sahip olanlar, ancak bu güce sahip olanların anlayacağı bir biçimde, çok daha geniş bir dairede gerçeği talep edenlere arz olabiliyorlar.
Allah (cc) cümlemize bu süper gücü nasip etsin. Rabbim, teklif sırrından perdeler açıp hak ettiğimizden daha fazlasını versin bizlere. Bir adımımıza yüzler adımla cevap verdiği zamanlar geçmeden, o bir adımı atmamızı, biri on, onu yüz, yüzü bin yapmamızı nasip etsin. Âmin.
İlk yorumu siz yazın