Haşir

Beni ne üzer biliyor musunuz? Sonbaharın o sarı yaprakları… Geçenlerde arabamın camına pat diye bir yaprak düştü. Artık sonbahar yavaş yavaş geliyor. Bir üzüldüm bir üzüldüm ki sormayın… Koskoca bir yaz düştü pencereme. Kim bilir ne kuş sesleri düşmüştür o yaprağa şimdi? Allah bilir… Kim bilir deyince aklıma hep O gelir. “Kim bilir?” sözünde “Allah bilir” anlamı vardır.

Üzülmekle yaz durmuyor. Üzülmekle sonbahar, gelmem, demiyor. Benimki öylesine bir üzüntü işte, siz de üzülesiniz diye değil elbette. Fakat şunu anlıyorum; üzülmek insan işi. Yani insan gidişlere üzülüyor. Sevinmek nasıl insan işiyse üzülmek de insan işi. Ama her şeyin bir vasatı var ya! İşte bizi ifrat ve tefrit hep mahvediyor. Vasat… Eskiden kibrit kutularında “vasati kırk çöp” yazardı. Ne anlama geldiğini pek bilmezdim. “Ortalama” demekmiş.

İnsana en yakın, en tatlı, en sevecen, en munis, en ünsiyetli yani insanın böyle en tutunması gereken şeyler diye düşünüyorum; vasat, ortalamalar…

Üzülürüz; koca bir yaz biterken. Ama bir taraftan da seviniriz; şerit değişiyor. Sinema perdesinde hep aynı sahne kalsa canımız sıkılır. Bu yüzden trafik sıkışıklığında ara yollara dalarız ya uzun da olsa. En azından ben öyle yapmaya çalışıyorum zaman zaman. Neden dalarız ara yollara? Çünkü durağanlık insanı yorar. Hayatta hiçbir şey durmuyor ya, sürekli bir değişiklik…

İşte bak, taa birkaç zaman önce buraya bir çiçek koymuştum. Kokuyor mu acaba? Bilmiyorum ki… Sarı bir çiçek… Bu değişmemiş; aynı duruyor da… değişmemiş gibi dursa da değişiyor. Akşamsefaları; akşam açar sabahleyin kapanır. İşte bunun birdenbire olanı sonbahar oluyor. Bir veda… Adı zaten son-bahar. Şimdi bitişik yazılıyor da eskiden ayrı yazıyorlarmış. Bu kelimeler de neden değişiyor böyle sık sık! Aslında bana sorarsanız son-bahar ayrı yazılır. Fakat sonbahar tek bir mevsim anlamına geldiği için solan bir zaman dilimini anlatıyor. Diğer adı da güz; biliyorsunuz.

Dünya misafirliğimizi anlatıyor mevsimlerin bu gelip geçmesi. Bulutların akıp gitmesi, yolların sürekli değişmesi… Gidip geldiğiniz yerleri sık sık değiştirir misiniz? İşe giderken vaktiniz müsaitse değişik bir yol arar mısınız? Arayın. Bu değişikliği yapın. Hayatın, zamanın, mevsimlerin resimlerini görmüş olursunuz.

Sonbahar bir hüzün mevsimi; ayrılıkları hatırlatıyor. Ama birdenbire bir geçiş değil gördüğünüz gibi. Mevsimlerin birbirine öyle bir göz kırpışı var ki… İlkbahar taze taze, yavaş yavaş, incecikten gelir. Sen farkında olmasan da bu mevsimler gelip geçecek. En iyisi mi farkında ol!

Haşir demiştik en başta değil mi? Sonbahar ölümü müjdeler mi diyeyim, hatırlatır mı diyeyim! Artık adamına göre değişir. Bir ölüm hazırlığı… Yaz ömrün bir olgunluk dönemi; öğle vaktine denk geliyor. Öğle vakti; yaz. İlkbahar; doğuş. Sonbahar; ikindi, ilk indi. Güneşin inmeye başladığı… Bir hüzün çöker böyle ikindi vakti. Şöyle bir göğe bakarım. Bakmasam bile gölgelerde, yerde o ikindinin gezinişini, gelişini şöyle bir hissederim. O serinlik çöker ya içinize… Ve kış… Ölüm ayları. Peki bu mevsimlere böyle yakınız. İşte insan ölüme de hayata da böyle yakın durmalı.

Haşir; yeniden diriliş. Haşir neşir deriz ya! Haşir toplanmak; neşir dağılmak… Haşir neşir; toplanmak dağılmak… Sonbahar… Yaprakların o vedası; bir hüzün bestesi ve ölüme hazırlanışı yavaş yavaş… Şimdi bahçelere bir omuz vurdu sonbahar. Hani perşembenin gelişi çarşambadan bellidir, hatırlatır ya! Mevsimler de böyle pat diye bir geçiş yapmıyor. Şöyle ikindiden akşama geçişi bir seyretsenize! Ufka bakın, havaya bakın. Sonra ezanlar düşer şehre, köye, kasabaya… her neredeyseniz… Ve vakitlerin besteli olduğunu ezanlarda iyice anlarsınız.

Duran bir şey yok. Bir dikkat, bir yöneliş, bir duyuş, bir seziş istiyor bu hayat bizden. Sonbaharı görünce baharı hatırlarız ve bu üzüntümüz birden sevince döner. Her sonbaharın bir baharı var, deriz. Her kışın bir yazı; her sonbaharın bir ilkbaharı var. Şimdiye kadar, kaç yaşındaysanız, kaç bahar gördünüz? Kaç sonbahar gördünüz? Kaç kış ve kaç yaz?

Şimdi elimde kurumuş zeytin çekirdekleri var. Peki bunları sadece bir çekirdek olarak mı göreceğiz? Çekirdek ne diyor? “Beni at bir toprağa hele, bak ne oluyorum!” diyor. İşte ağaç oluyor. Üzülmeyelim diye, ölümlere üzülmeyelim diye, ayrılıklara kahrolmayalım diye, bu bitişlere, gidişlere; ilkbaharlar gönderiliyor. Sonbahar olmasaydı biz ilkbaharın farkına varır mıydık? Ölüm olmasaydı hayatı göremezdik. Hastalıklar olmasaydı sağlığın ne kadar sağlıklı bir şey olduğunu bilemezdik.

İşte bu ufacık, bir gram bile olmayan çekirdekten kocaman bir ağaç nasıl çıkarılıyor? İşte haşir bu! Bir toprak, bir su, bir güneş, bir hava. Hepsi bir akıl etmiyor. İşte bilen birisi onları yönlendiriyor. Diyor ki: “Emrime itaat edin!” Hava, su, toprak, güneş hangi emri aldıysa o tarafa yöneliyor. Akılsız şeylerden akıllı şeyler çıkıyorsa orda bir durmak lâzım, düşünmek lâzım, duymak lâzım, hissetmek lâzım, görmek lâzım.

Bir ağaç sizi tanımaz, güneş tanımaz. Ve “Üzülmeyin” der, ilkbahar hâl diliyle: “Biz nasıl ölüp dirildik; siz de ölüp dirileceksiniz.” O yüzden ölümleri görünce, sonbaharlara hüzünlenince beni düşünün diyor ilkbahar. Çıtır çıtır ağaçlar yapraklanıyor. Kara, kahverengi topraktan renk renk çiçekler çıkarılıyor.

Çekirdek; çiçek,ağaç, meyve oluyor. Bir çekirdek kaç bin dal, kaç bin çiçek, kaç bin meyve oluyor ve gölge… Kuşlara ev sahipliği yapıyor. Bu kadar şenlikli bir dünya birdenbire şenliksiz hâle gelir mi! Birdenbire gördüğümüz, birdenbire düştüğümüz o ölümler arkasında sonsuz zamanların müjdecisi… Müjdeler, doğumlar böyle sancılı olur.

Mevsimlere biraz daha yakından bakalım. “Nasıl dirileceğiz?” sorusuna gidip bir ağaçla konuşarak öyle güzel cevaplar alabiliriz ki… Bir çiçekle göz göze gelerek… Bir kabak çiçeğiyle meselâ… Bir sarmaşık, bir hanımeli, bir gül çiçeğiyle, kır çiçekleriyle… “Aldığınız emirle siz de dirileceksiniz, diriltileceksiniz.” diyor, haykırıyor çiçekler.

Ölüme, ayrılıklara üzülüşümüze gülümseyerek…

Giderken beni karanlığa terk etme; o cümleyi söyle: Allah’a ısmarladık…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*