Medreselere mânâ-i harfî penceresinden bakmak

Eğitim/terbiye ve öğretim denilince aklımıza ne geliyor? Eğitim niçin yapılır? Sınavlarda başarılı olmak ya da üniversite okumak için mi? Veyahut ana gaye, iyi gelir getiren bir meslek sahip olmak mıdır? Eğitimi, sadece maddî ve dünyevî nazarla mı değerlendirmemiz gerekir? Mânevî ve ahiret boyutunu işin içine kattığımızda neler görürüz? Yüzyıllardır dimdik ayakta duran medreseler bugüne ait ne tür mesajlar veriyor?

Bu yazımızda Medreselere ibret gözüyle bakmaya çalışarak, almamız gereken dersleri anlamaya çalışacağız.

Evvela acı bir tespitle başlayalım. İlkokula giden bir öğrenciyi düşünelim. İlk günlerde sorulan bir soruya cevap vermek için can atar. Zaman ilerledikçe bu heyecan yavaş yavaş söner. Üst sınıflara geçtikçe üslubu da menfî olarak etkilenir. “Öğretmenim, öğretmenim” diyerek parmak kaldıran çocuk gitmiş yerine “Hoca!” diye hitap eden “genç!” gelmiştir. Bununla da kalmamış “hoca!”sına karşılık veren, saygısızlık yapan ve belki de fiziksel şiddet uygulayıp liseden mezun olan bir “yetişkine!” dönüşmüştür.

Maalesef bu anlatılanlar hikâye değil, belki de milyonların yaşadığı vakıadır. Eğitimin insanı daha da olgunlaştırması gerekmez mi? Üniversiteye kadar 12 yıl eğitim gören evlatlarımızın, saygısızlığı marifet bilmesi eğitimimizin içinde bulunduğu fotoğrafı göstermesi açısından acı değil midir?

Eski medreselere baktığımızda öncelikte ve merkezde “insan” olduğunu görürüz. Bilgi yüklemeden önce insan olmak ve edep-ahlâk üzerinde durulurdu. İnsanın iç dünyasının inşası daha mühimdi. Önce âlim olmak ve ilim öğrenmek değil “kul” olmak vardı. Medreselerde yapıldığı gibi ahlâkî alt yapı ve mânevî yönden sağlam bir temel atılırsa, eğitimin bir mânâ ifade ettiğini görürüz.

Mânevî cephesi sağlamlaşan ve ömür boyu gelişime açık olan talebe ilim öğrenmeye her açıdan (hocasına olan yaklaşımı, ilimlere bakışı, öğrenme isteği vb.) hazır hâle gelir. Birebir eğitim imkânı olduğu için de çok hızlı bir ilerleme kaydedileceği aşikârdır. Zira, talebeyle hoca arasında sevgi-saygıya dayanan bir iletişim, bir terbiye/eğitim ve öğretim gerçekleşmektedir. Talebenin öğrenme hızına ve istidadına bağlı bir metot uygulanmaktadır.

Günümüzde ise, 35-40 kişilik sınıflarda bir öğretmen, farklı istidat ve öğrenme hızlarına sahip öğrencilerine elbette ki arzu edilen eğitimi veremez. Üstelik tüm bu çabanın, test usulü sınavlarda başarılı olmak için öğrenilmeye çalışıldığı düşünülürse ezberci, merak duygusu oluşturmayan ve sadece dünyevî başarı üzerine kurgulanan bir sistemin parçası olunacağı kaçınılmazdır.

Medrese ziyaretlerimizde çoğumuzun müşahede ettiği gibi, ortasında yer alan havuz dikkatimizi çekmiştir. Bunun iki temel fonksiyona sahip olduğunu belirtelim: İlki, su sesinin insanda rahatlık hissine vesile olmasıdır. Bu da öğrenmeyi oldukça kolaylaştırır. Zira rahatladığımızda öğrenmeye daha hazır hâle geliriz. İkincisi ise, diğer seslerin engellenmesidir. Yani medrese dışından gelen seslerin yanı sıra medrese içinde eğitim gören talebelerden gelen seslerin karışması önlenerek “izole” bir ortam oluşturulur.

Bu bilgiler, günümüzün en ileri eğitim kurumları olan üniversitelerimizin dahi yakalayamadığı merhaledir. Su sesi eşliğinde eğitim ya da birebir eğitimden ne kadar uzak olduğumuz açıktır.

Medreselerde hoca ve talebelerin istirahat edeceği odalar bile düşünülmüştür. Sadece gece istirahate geçildiğinde ayrıldıkları düşünüldüğünde günün büyük bir bölümünü beraber geçirdikleri anlaşılır. Bu durum hem aidiyet hissini oluşturur hem de başarıyı artırarak öğrenmeyi hızlandırmaya vesile olur. Günümüzdeki eğitim kurumlarında bile yatılı okulların başarı düzeyinin daha fazla olması bunu teyit eden bir vakıadır. Demek ki, eğitimde beraber geçirilen zaman arttığında ve odaklanmayı engelleyen dış faktörler azaltıldığında başarı düzeyi artıyor, hedefe daha çabuk ulaşmak mümkün hâle geliyor.

Medreselerin mimarî tarzı; sanat anlayışı, kültür seviyesi, eğitime verilen önem açısından da ipuçları sunar. Şehrin en görkemli eserlerinden birinin medreseler olması elbette ki tesadüfî olmaz. Mimarî olarak açık avlu ve kapalı avlu olmak üzere iki ayrı tarz egemendir. Bundaki ana etken iklim şartlarıdır. Daha net ifadeyle, sıcak iklimin hâkim olduğu bölgelerde açık avlu, soğuk iklimin hâkim olduğu bölgelerde ise ekseriyetle kapalı avlu tipi tercih edilmiştir. Kullanılan malzemelerin yöreden temin edilmesi ise hem maliyeti düşürdüğü hem de imkânların en doğru şekilde kullanılmasına vesile olduğu gibi mimarîye de değişik tarzların kazandırılmasına müspet katkıda bulunur.

Medreseler için vakıf kurulması ve yapılan yatırımın büyük olması eğitimin toplum hayatındaki yerini ortaya koyar. Günümüz eğitim kurumlarıyla mukayese yaptığımızda, geçmişin çok ileride olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Basitçe ifade edecek olursak: Medrese ziyaretimizde ilk olarak bizi “Taç kapı” karşılar. Normal kapı boyutlarından oldukça büyük olan bu kapı aynı zamanda dönemin sanat anlayışını da yansıtır. Adımımızı içeriye attığımızda havuzlu bir avluyla karşılaşırız. Ve su sesi bize yüzyılların huzurunu fısıldar. Genellikle tek katlı olmaları günümüz labirent ve çok katlı yapılarından sıkılan insana terapi gibi gelir.

Evet, medreseler eyvanlı yapıları, revaklı küçük odaları, dershaneleri, türbeleri ve aşhanesiyle mütevazı duruşundaki zarafeti, asaleti, doğallığı, sadeliği gibi onlarca hasleti doya doya okutur.

Medrese ziyaretlerinizde -eğer mümkünse- hayâlinizi yüzyıllar öncesine götürüp belli bir süre Risale-i Nur’dan bir parça okumanızı tavsiye ederim. Zira, bu bize çok derûnî ve lâhûtî duygular kazandıracaktır.

Rabbimizden niyazımız odur ki, medreseleri hakkıyla gezip mânâ-i harfî penceresinden gözlemleyen ve günümüz okullarıyla mukayese ederek ibret alan ve ilmini ihlâsla amele çeviren kullarından eylesin, vesselam…

Fotoğraf: Tuğba Karakurt

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*