İmarethanelere mânâ-i harfî penceresinden bakmak

En son ne zaman bir fakir, bir hasta ya da bir talebe kardeşimizle soframızı paylaştık? En son hangi hayrı yaptık? Hayır niçin yapılır? Sosyal medyada paylaşmak için mi? Yoksa Rabbimizin rızasını kazanmak için mi? Yazılı ya da görsel medyada yardım haberlerini nasıl yorumlamamız gerekir? Rencide etmeden yardım yapmanın bizim için anlamı nedir, yolu nedir?

İmarethaneler, Osmanlı döneminde bilhassa fakirlere yemek verilen hayır kurumlarıdır. Peki, imarethaneler bizlere maddî ve mânevî ne tür mesajlar veriyor? Hangi ibret levhalarını görmemizi sağlıyor? Soruları daha fazla uzatmadan imarethaneleri daha yakından anlamaya başlayalım…

İmarethaneler ya da aşevleri geçmişte külliyenin parçası olabildiği gibi, durum ve ihtiyaca göre külliyeden bağımsız da inşa edilebiliyordu. Hedef kitle fakirler, hastalar ve talebelerdi. Vakıflar kurulur ve bu vakıfların himayesinde ihtiyaç sahipleri aç bırakılmazdı.

İmarethaneleri incelediğimizde ince düşünen bir ecdadımızın olduğunu müşahede ediyoruz. Külliye inşa edilirken imarethanenin unutulmaması çok mühimdir. Anlaşılan o ki, cami, medrese, hamam vb. mekânlara gelen insanların sadece ibadet, temizlik ihtiyaçları değil, aynı zamanda su ve yiyecek ihtiyaçları düşünülmüş ve ona göre vakıflar kurularak eserler vücuda getirilmiştir. Ayrıca, külliyeye sahip olmayan beldelerdeki imarethanelerin varlığını, İslâm coğrafyasında aç insan bırakmama hedefinin müşahhas numuneleri olarak yorumlayabiliriz.

Aslında imaret meselesinde şunun üzerinde durmamız gerekir: Muhtaç, fakir ve hastaların ihtiyaçlarının, onları rencide etmeden karşılanması…

 

Zira bu durumda olan kardeşlerimizi reklam metaı yaparak günümüzdeki “hayırsever”lerin yazılı ve görsel medyada paylaşmaları, onların boy boy fotoğraf çektirmek zorunda bırakılması, vicdanları sızlatmıyor mu?

İşte imarethaneler, muhtaç kardeşlerimize veya gayr-i müslimlere rencide edilmeden de yardım edilip sahip çıkabileceğimizi yüzyıllardır herkese ilan ediyor. Bunun en müşahhas misallerinden biri, ihtiyaç sahibinin yemeğini alırken, ikram edeni görmemesidir. Birçok imarethanede görülen bu uygulama, yani alan ve verenin birbirlerini görmeyecek şekilde tasarım yapılması, ecdadımızın hassasiyetini göstermesi yönünden manidardır.

İmarethanelerin yönetiminden vakıflar sorumluydu. Tüm işler en ince ayrıntılarına kadar dikkat edilen vakıf nizamnâmelerine göre işlerdi. Misalen; imarethanelerde çalışanların alacakları ücret vakıf tarafından belirlendiği gibi imaretin nasıl işleyeceği, kaç çeşit, ne kadar ve nasıl yemek dağıtılacağı da bu nizamnâme ve vakfiyelerde kayıtlıydı.

İmarethanelerde sünnete uygun olarak iki öğün yemek verilmesini; çokça yemeğe alıştığımız bu ahir zamanda bizlere bir “nasihat” olarak anlamalıyız. Bu sünnetin çoklukla ihmal edilmesinin, maddî ve mânevî cephemize menfî etkilerini düşünüp ibret almamız gerekmiyor mu sizce de?

Birçok imarethanenin vakfiyesinde mübarek gün ve gecelerde daha güzel yemekler çıkarılması ve tatlı verilmesinin kayıtlı olması, standart bir yapı olmadığını, özel günlerde Rabbimizin kullarına olan ihsanının artması gibi, bu günlerin bereketinin maddi cihette de güzel bir “an’ane” olarak yaşatıldığını müşahede etmekteyiz.

İmarethaneler, özellikle Osmanlı toplum hayatında önemli bir yardım kurumu olarak görevini asırlarca yerine getirmiştir. İmaretlere, yerli kaynakların dışında yabancı kaynaklarda da bol bol yer verilmiştir. İmarethaneler, bilhassa XVI. ve XVII. yüzyıllarda Osmanlı topraklarını gezen yabancıların da dikkatini çekmiştir. Bütün şehir fukarası dışında misafirleri de ücretsiz doyuran bir kurum olarak, onlarda “hayranlık” uyandırmıştır.

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisini yaşayan bir ecdadın torunları olduğumuzu daima hatırda tutmamız gerekir. Sitelerde, apartmanlarda yan veya karşı komşumuzun durumundan ekseriyetle haberdar olmamamız içtimai hayatımızı derinden yaralıyor. Selam vermekten dahi imtina eder hâle geldiğimiz bu zamanda yoksul ve hasta kardeşlerimize karşı olan sorumluluğumuzu düşünmemiz gerekmez mi?

Hastalık ve yoksulluk her zaman her toplumda karşılaşılan bir durumdur. Zaten bunları tamamen ortadan kaldırmak mümkün değildir. O hâlde bu konularda herkes mücadele etmeli ve elinden geldiğince çözüm üretmeye çalışmalıdır. Kaldı ki, hayatın ve imtihanın neler getireceğini bilemeyiz. Bir gün biz de hastalık, yaşlılık ya da fakirlik nedeniyle muhtaç duruma düşebiliriz. Ne ekersek onu biçeceğimiz aşikârdır…

Diğer taraftan imarethanelerde dağıtılan yemeklerin helal olması hayatî öneme sahipti. Zira yemeklere haram karışsaydı bir çok menfî neticeye sebep olması kaçınılmaz olacaktı.

Görüldüğü üzere imarethaneler, sadece maddî varlığıyla değil, üzerine bina edildiği mânevî ruhla yüzyıllardır ayakta kalarak toplumsal dayanışma ve kaynaşmanın sağlanmasına önemli katkılarda bulunmuştur.

Böylece zenginlerin imaretlere gönülden verdiği zekât ve sadakalar muhtaçların kalplerindeki muhabbet ve duaların artmasına vesile olur. Bu durum, zengin ve fakir arasındaki gelir uçurumunun çok arttığı günümüzde önemli mesajlar vermektedir. Bu dünyaya gönderiliş amacını unutan ve maddiyatı ön planda tutan milyonların bu derslere ihtiyacı şedittir.

Karşılık beklemeden paylaşmanın, vicdanlarda oluşturduğu huzuru tarif etmek zor. Aslında çoğumuz tecrübelerimizle bunu hissetmişizdir. Bir bardak su ikramında bile tebessüm eden bir simaya şahit olmanın keyfini yaşama imkânımız olmuştur. O anda belki de dünyanın en mutlu ve huzurlu zatı kim diye sorsalar, kendimizi göstermez miyiz?

İşte imarethanelere bu mânâlar çerçevesinde baktığımızda “ibret” alacak pek çok yönlerinin bulunduğunu ve almamız gereken hayli dersimizin olduğunu görüyoruz.

Rabbim cümlemize, imarethanelerin kuruluşunu, vakıflarını, hedef kitlesini ve yaklaşım tarzını, helâl gıda hassasiyetini ve en önemlisi ihlâsı esas alan bir yaklaşım tarzından hareket ettiğini anlamayı ve böylece yaşamayı nasip eylesin. Âmin…

 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*