Sıkıntı

Nedir sıkıntı? Sıkıntı, sıkmak kelimesinden geliyor. Kökü sıkışmak, daralmak, bunalmak. İnsan bi’ tuhaf oluyor böyle durumlarda. Ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Kalbiniz sıkışıyor, adımlarınız sıkışıyor. Ne biliyim yani, bir acelecilik çöküyor kalbinize, bakışlarınıza, gözlerinize, sözlerinize.

Sıkıldıkça her şey böyle üstünüze geldikçe bir şeyler çok da çözülmüyor, düğüm üstüne düğüm atılıyor. O kördüğümleri bilirsiniz değil mi? Böyle açmak istersiniz, tırnaklarınız yapışır kalır, canınız sıkılır. Onu kesmek istemezsiniz. Kesseniz kurtulacaksınız. Oh diyeceksiniz. Ama yok, onu çözmek istiyorsunuz. Biz buraya sıkılmaya gelmedik, düğümleri çözmeye geldik. Aslında düğüm de yok. Bir düğüm diyoruz biz, çözmeye çalışıyoruz ve ortaya sıkıntı çıkıyor, trafik çıkıyor. Bakışlarımız sıkışıyor.

Ne demek bakışlarımızın sıkışması? Bu çağda, kalabalık çağda medeniyet mi diyeceğiz buna, bilmiyorum. Medeniyetin “m”si kalkmış aslında çok yerde, deniyet olmuş. Şimdiki medeniyetin adı, mimsiz medeniyet. Yani deniyet. Alçaldıkça alçalıyoruz. Yükseldikçe yükseleceğimizi zannediyoruz. Binalar, binalar, binalar, yok! Gökyüzünü kapatıyoruz ve tekrar sıkılıyoruz. Gökyüzüne çıktıkça, bir yerlere ulaşacağımızı zannediyoruz. İndikçe, alnımız secdelere değdikçe aslında sonsuzluğu bulacağız, işin aslı bu. Ama biz her şeyi sıkıştırdıkça kördüğümleri çoğaltıyoruz. İşte bu yüzyılın adı “sıkıntı yüzyılı” oluyor böylece.

Savaşlar çoğaldı. Nedense bir türlü yaprakların sevincine, çiçeklerin sevincine, karıncaların çalışkanlığına, arıların vız-vızına ortak olamıyoruz. Durmadan sıkıntılarını çoğaltan bir çağın yaralı olduğunu, kanserli olduğunu burada hemencecik söyleyelim. Hastanelerde sıra var değil mi? Sıkıntı. Okullar kalabalık, sıkıntı. Trafik sıkışık, sıkıntı. Başka. O kadar çok ki, hangi birini sayalım. Moralinizi bozmak için bunları sıralamaya çalışmıyorum. Bunu çözmeliyiz. Acele işe, neyin, kimlerin karıştığını bilmeliyiz. Acele işe şeytan karışır. Bunu biliyoruz. Demek ki, bi’ düğümler atılıyor bir yerlerde. İnsanlığın adımına, insanlığın ayaklarına çelmeler atılıyor. Adım başı.

Düşündüm de bu dünya iyi ile kötünün savaşı. Ya iyiler kazanacak ya kötüler kazanacak. Ben hep şunu gördüm yalnız. Kötüler hep kaybediyor. Kötü kazanamaz. Kazandı zanneder, kazandı zannedersiniz. İşte sıkıntı nereden çıkıyor? Kötüler ile iyilerin savaşından. Kötüler, “Biz kazanacağız” diyor. İyiler de iyiliklerini, güzelliklerini piyasaya pek sürmeyince, süremeyince sıkıntılar birbirini kovalıyor.

Kalbimiz sıkışır. Bilemeyiz bazen durup dururken sıkıntılanırız. Eskiler sık sık “Hasbünallah” derdi. Yeni nesil eskilerin o tekrarlarını unuttu. İşe başlarken “Bismillah” denirdi, hâlâ da deniliyor. Ama unutuluyor, azalıyor bazı şeyler. Bir de insan niye sıkılır? Aslında dünyayı ebedî zannediyoruz. Her şey o kadar çabuk geçiyor ki. Şu an kaç yaşındasınız, o yaşa ne zaman geldiniz, bilemiyorsunuz. 60 yıllık bir hayatın matematik karşılığı, saat karşılığı diyelim, nasıl hesaplamışlarsa 20 dakika imiş. 20 dakikalık bir hayatın nesine sıkılacaksınız? Sıkıntı çok uzun, hayat çok kısa. Emellerimiz çok uzun, hayat çok kısa. Ah bitmeyen emeller. İşte bizi bir sıkıntıdan öteki sıkıntıya atıyor.

Son yıllarda devre mülkler var, 10 -15 gün biri kalıyor, sonra başkası. Yani bir evi bir binayı bi’ dünya adama satıyorlar. Güzel bir şey aslında. Eskiden garip karşılıyordum. Böyle şey olur mu? Yazlık dendi mi kışlık dendi mi araba dendi mi hep “sadece benim olsun” gibi. Ama yılda 15-20 gün, 1-2 ay, her neyse birkaç zaman oturacağınız bir yeri bir yıl boyunca neden işgal edersiniz ki? İşte dünyayı sıkıştırmanın yollarından biri, sahip olmak. Aman benim olsun, aman yanımdan gitmesin. Gidecek. Canın da gidecek canından. Sıkıntılar mı? İşte bu devre mülkleri görünce çok hoşuma gitmişti, dünya da bir devre mülk. Dünyayı bizden bir başkasına, başkasından başkasına ve son olarak yine aldığımıza geri veriyoruz. Varislerin varisine terk edip gidiyoruz. Değer mi sıkıntılanmaya? Bizim değil ki!

Yolda insan yüzlerine bakar mısınız? Çoğunda sıkıntı var, tebessüm gitgide yüzlerimizden azalıyor. Dünyada acaba bir tek sıkıntısı olmayan var mı? Yok, değil mi? Herkes sıkıntılı. Birbirimizi sıkıntıya uğratıyoruz. Ne olur ki işlerimizi kolaylaştırsak ve sık sık söylediğim şu dörtlüyü yine söylesem:

Gelin tanış olalım

İşi kolay kılalım

Sevelim, sevilelim

Bu dünya  kimseye kalmaz

Dünyanın en büyük eksiği şu anda sevgi. Sevgisizliğe ihtiyacımız yok. Biz sevgiyi kaybettik. Bizi seven Birisi, bizi çok sevdiği için bize bir şeyler göndermiş ve onları kapma yarışı başlamış birbirimizden. Birbirimizin dünyasını çalıyoruz, güneşini çalıyoruz, yıldızlarını çalıyoruz, havasını, suyunu çalıyoruz, adımlarına çelme atıyoruz, yolunu çalıyoruz, zamanlarını çalıyoruz, sağlığını çalıyoruz. Ve ortaya sıkıntı çıkıyor. Bu sevgiyi nerelerden getirsek de bu sıkıntıyı kovalasak bir yerlere.

Gelin bunları bi’ gönderelim. Ne yapacaksak şu tebessümlerimizi çoğaltalım. Selamlarımızı çoğaltalım. Tanıdığımıza tanımadığımıza selam verelim. Birbirimizi uyaralım, uyandıralım. Birbirimizin zehrini alalım. Sıkıntısız yüzlerin çoğalmasını temenni ediyorum. Gözlerin parlamasını temenni ediyorum. Bunun için ne lâzım biliyor musunuz? Cehaletin defolup gitmesi lâzım. Cehalet defolup giderse fukaralık defolup gider, fukaralık defolup giderse kavgalar bitmez, ama azalır. O yüzden birinci savaşımız cehaletle. Bu savaşın da kazanılması için kitapların çoğalması gerekiyor. Dünyanın şu anda eğitime ihtiyacı var. Sevgi eğitimi. Kısaca insanlık eğitimi. Birbirimize iyi bakalım eğitimle.

Artık insan olduğumuzu her dem hatırlayalım. Hayatını yaşa, hayatına her dem insanlık kat. Daha doğrusu insan olarak gönderildiğin için insanlığını azaltmadan ne kadar yaşayacaksan, yaşa işte. Yüzüne bir sevinç kondur. Gözüne bir sevinç kondur. Tatlı hüzünlerin olsun böyle. Gelin sıkıntıyı şöyle bi masaya yatıralım. Neymiş sıkıntı? Parasızlık mı, bu bitmeyen arsızlığımız mı? Yoksa dünyayı çalmak isteyişimiz mi? Peşin peşin bir şey söyleyeyim size. Hepimiz bu dünyadan gideceğiz. Ölüm diye bir şey var.

Sıkıntı… Sıkıntı kelimesini söyleye söyleye sıkıntı da sıkıntılandı. Sıkıntılandığınızda şöyle bir çıkın. En yakın mezaristana uğrayın. Gökyüzüne bakın, ölüler ne diyor bi’ kulağınızı dayayın mezar taşına. İşinizi, içinizi şöyle bir ortaya dökün. “Ben kimim, neler yapıyorum yahu” deyin, bakın neler oluyor.

Giderken beni karanlığa terk etme. O cümleyi söyle. Allah’a ısmarladık.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*