Şifahanelere mânâ-i harfî penceresinden bakmak

Şifahaneler; şifa evi, şifa kapısı, sıhhat yurdu, sağlık yurdu anlamındadır. Bugünkü hastaneye karşılık gelmektedir.

Genellikle “darüşşifa” olarak anılmakla beraber tarihin çeşitli devirlerinde ve değişik coğrafyalarda bimarhane, maristan, darülafiye, darüssıhha, şifahane, bimaristan, şifaiyye, tımarhane olarak da adlandırılıyordu.

Daha isminden başladığımızda bile ne kadar pozitif bir yaklaşım sergilendiğini görürüz. Şifa kelimesi Rabbimizin Şafi ismini hatırlatır. Şafi; hastalara şifa veren manasına gelir. “Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur.”1 mealindeki ayet bu hakikati ifade eder.

İnsanın aczini ve fakrını en iyi anladığı zaman dilimlerinin başında hasta olduğu anlar gelir. Aylardır yaşadığımız Covid-19 adlı virüsün pandemiyle birlikte dünyanın gündemini meşgul etmesi elbette tesadüfi değildir. Her mesele ve hadise bir hikmete binaen gelir. Ve bu hikmetler hastalık anında daha iyi anlaşılır.

“Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir”2 ifadesi hikmetin bir başka vechini açar. Zahmetin arkasındaki rahmeti gösterir. İmtihanda olduğumuzu düşündürür.

Hiç şüphesiz sabretmek de bu imtihanın bir parçasıdır. “Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.”3 ve “Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.”4 meallerindeki ayetlerdeki gibi sabır tavsiye edilmekte ve sabredenler müjdelenmektedir.

Hastalıklar şifa verenin doktor ya da ilaç olmadığını ihtar eder. Nitekim, Allah (cc) dilemedikçe tüm dünyanın doktorları, en gelişmiş teknolojik aygıtlar, keşfedilen en etkili ilaçlar bir araya gelse, yine de o kişinin hastalığının iyileşmesi imkânsızdır. Hekimlerin tedavi yöntemleri, kullanılan ilaçlar, ameliyat ya da benzeri operasyonlar hastalığın iyileşmesi için yalnızca birer vesiledir. Eğer Allah (cc) dilerse uygulanan tedaviyi vesile kılarak kişinin iyileşmesine izin verir.

Ne var ki Allah (cc) dilemedikçe çok basit gibi görünen bir hastalık dahi kişinin ölümüne sebebiyet verebilir.

Şifahane isminin ruhumuzda uyandırdığı hissiyatı bu şekilde özetledikten sonra, şimdi hastane isminin insanda ne gibi mana uyandırdığını düşünelim? Sahi hiç düşündük mü? Hastane ismi aklımıza olumsuzluk, karanlık, karamsarlık manalarını hatırlatıyor. Hepsi de negatif!

Bugünkü ilmî araştırmalar olumlu düşünmenin, moralin bağışıklık sistemini güçlendirdiğini ve hastalıkların daha kolay atlatılmasına yardımcı olduğunu gösteriyor.

Demek ki ecdadımız “şifahane” ismiyle başlayarak en doğru adımları atmış. Darısı torunlarının başına!..

İslâm medeniyetinin ilk dönemlerinden itibaren şekillenen darüşşifalar, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de devam etmiş. Bu devrelerde sultanlar ve devletin ileri gelenleri tarafından belli merkezlerde inşa edilen ve zengin vakıflarla desteklenen darüşşifalar, bir hayır kurumu olarak devlete yük olmadan yüzyıllarca halkın sağlığına hizmet etmişlerdi.

Bu duyguyu inancından alan iyilik mayasıyla yoğrulmuş ecdat, yaşadıkları coğrafyaları şefkat abideleri ile donatmıştı. Öyleki hangi din, dil ve ırktan olursa olsun insanlar ücretsiz tedavi ediliyordu. Gelip geçen yolcu, tüccar, garip ve kimsesizler gibi en çok ihtiyacı olanlar için şifa dağıtılıyordu.

Avrupa’da, hastaların manastır köşelerinde rahipler tarafından tedaviye çalışıldığı bir dönemde, İslâm aleminde şifahanelerin, din farkı gözetmeksizin hizmet veren müesseseler olarak çalışması iyilik ve şefkatin büyüklüğünü göstermesi açısından manidârdır.

Şifahaneleri bugünkü hastanelerle kıyasladığımızda çok ileri bir seviyede olduklarını söyleyebiliriz. Belirli günlerde ücretsiz muayene olunabilen ve aynı şekilde ücretsiz ilâç temini sağlanarak “sosyal devlet” anlayışının en ileri modelini sunan bir çizgide olduğunu ifade etmeliyiz. Sağlığı ve mağduriyeti ticarete dökenlerin kulakları çınlasın!..

Şifahanelerde maddî hastalıkların yanı sıra psikolojik rahatsızlıklar da tedavi edilmekteydi. O dönemde batıda “hastanın içine şeytan girmiş” şeklinde “teşhis(!)” eden, yakarak katleden bir “tedavi(!)” usulü mevcuttu.

Halbuki İslâm coğrafyasında, telkin, su, müzik ve tiryaklar gibi çok çeşitli tedavi metotları uygulanmıştır. Bu durum bile tek başına, insanlığın ve tıbbın şeref ve ibret levhası hükmündedir.

Şifahanede hastanın karşılanmasından taburcu olmasına kadar geçen sürede azamî bir insanî hassasiyetle yaklaşılırdı. Şifahaneler, “saygı, sevgi, şefkat, emanet şuuru, hoşgörü, tebessüm” gibi onlarca güzel hasletin yaşandığı merkezlerdi. Cennetten bir köşeyi andıran bu tablo elbette ki hastaların şifa bulmasını hızlandırıyordu.

Üstelik her hastayla ayrı ilgilenildiği gibi bazen hastaya özel tiryaklar hazırlanıyordu. Yani, bugünkü gibi standart ilaçlar ve uygulamalar yoktu. Her hastanın yaşı, cinsiyeti, hastalık derecesi gibi onlarca faktöre göre tiryaklar hazırlanması son teknolojinin yaşandığı günümüzde bile ancak hayal edilebiliyor!

Tüm bu özet bilgiler aslında şifahanelerin kurulma ve yaşatılmasında Risale-i Nur mesleğinin dört ana esası üzerine bina edildiğini ispatlıyor. Sırasıyla anlamaya çalışalım:

İnsanın ihtiyaçları nihayetsizdir. Ve son derece “aciz”dir. Hastalıklar ise insana doktor, tiryak, su, gıda, hava, sevgi, saygı, ilgi gibi onlarca maddî-manevî ihtiyacını hatırlatarak aczini bildirir.

İnsanın ihtiyacı hadsizdir, ama kudreti hiç hükmündedir. Maddeten en zayıf olduğumuz hastalık anında ne kadar zengin, makamı yüksek ya da bedenen genç ve güçlü olsak da gücümüzün hiç olduğunu yaşayarak anlarız.

Şifahaneler şefkat abideleridir. Şefkat ise, en muhtaç olanlara gösterildiği mekânlardır. Fakir, yaşlı, çocuk, kadın gibi bedenen ve ruhen en hassas fertler en yüksek düzeyde bu şefkatten hissesini alır. Ayrıca sadece din kardeşliği değil, inanç, dil farkı gözetmeksizin “insan kardeşliği” üzerine kapılarını herkese açması şefkatin yüksek derecesini göstermesi bakımından gerçekten anlamlı değil midir?

Şifahaneler çok derin bir tefekkür penceresi açar. Hasta olmasak dahi hasta olabileceğimizi, ölümü, dünyanın fânî olduğunu, hiçbir dünyevî gücün herhangi bir hükmü olmadığını, bu dünyaya gönderiliş maksadımız gibi yüzlerce mevzuu “düşünebilene(!)” ihtar eder. Rabbim cümlemizi bu dört esasa göre şifahaneleri anlayıp, gereken dersi alanlardan eylesin inşaallah!..

Dipnotlar:
1) Şuara Suresi: 80.
2) Bediüzzaman Said Nursî, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 355.
3) Asr Suresi.
4) Bakara Suresi: 155.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*