Değmez hayat bu korkulara!

Çocukluğumdan beri zihnime takılmış bir şarkı nakaratıdır:

“Ağlama, değmez hayat bu gözyaşlarına.”

Açıkçası şarkının sadece bu kısmını biliyordum. Şimdi baktım da tamamına, şu mısralar çıktı karşıma:

“Rüya gibi her hatıra, her yaşantı bana / Ne bulduysa kaybetti gönül aşktan yana / Ömür çiçek kadar narin, bir gün kadar kısa / Ağlama, değmez hayat bu gözyaşlarına.

Her damla yaş, oyuk oyuk iz bırakır kalbimde […] Ağlama, değmez hayat bu gözyaşlarına”

Dünya hayatının faniliği, duyguların şiddetle/var güçle bu kısa ömre sarf edilmesinin anlamsızlığının itirafı ve böyle yapıldığı takdirde ödenecek dünyevî bedelin ifadesi açısından manidar sözler olmuş doğrusu.

Üstadın “Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknâmeleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevâlden [yok olmayı düşünmekten] gelen elemden birer feryattır. Herbirinin bütün divan-ı eş’ârının [şiir divanlarının] ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryat damlar.” demesi boşuna değil.

“Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.” sözü de aynı noktaya parmak basıyor.

Neden söylüyoruz şimdi bunları?

“Değmez hayat bu gözyaşlarına” nakaratı, bana duygularımızın kullanımıyla ilgili çok şeyler hatırlattı. Daha doğrusu, Üstad Bediüzzaman’ın Dokuzuncu Mektub’da duyguların kullanım şekli ve getireceği sonuçlara dair söyledikleri, bu nakaratı getirdi hatırıma belki de.

“O mecazî mahbub [dünyevî sevgili], o şiddetli muhabbetin fiyatına DEĞMİYOR” diyor mesela Üstad. Yine, “Kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye DEĞMİYOR” diyor. Bir başka örnek: “O fânî mal ve afetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh [makam, mevki, rütbe], o şiddetli hırsa DEĞMİYOR.”

Aslında Üstad bir başka yerde şöyle özetliyor belki de bütün bunları: “Dünya madem fânidir, DEĞMİYOR alâka-i kalbe.”

Gerçekten de hayat, fanilik yönüyle duygularımızın şiddetli kullanımına değmiyor.

O halde “Değmez hayat bu gözyaşlarına” sözünde, gözyaşları yerine, varın siz duygularımızı koyun: Değmiyor dünya bu kadar endişeye, telâşa; değmiyor bu kadar hırsa, açgözlülüğe; değmiyor bu kadar inada, ayak diremeye; değmiyor bu kadar korkulara vs…

“Peki bu duyguları nasıl kullanacağız?” dediğinizi duyar gibi oluyorum şimdi.

Üstad Hazretleri, “İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hakeza şedîd hissiyatlar [şiddetli duygular], umûr-u uhreviyeyi [ahirete ait işler] kazanmak için verilmiştir.” diyor. “Hafiflerini dünya umûruna [işlerine] ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye [manevî ve ahiretle ilgili vazifelere] sarf etmek” gerektiğinden söz ediyor.

Aksi takdirde, hayatı azaba çevirecek bir durum sözkonusu çünkü. İnsan geniş, kuvvetli ve esasen yüzü ebede dönük, sonsuzluğa kucak açmış duygularıyla bu geçici dünyaya sarıldığı zaman elbette karşılık bulamıyor. Duygularının karşılığını bulamadıkça da, problemler sökün edip geliyor. Hakkı verilmemiş duygular, diğer bir tâbirle yerinde kullanılmayan hisler insanı çokça yoruyor, bunalımlara itiyor. Pek çok psikolojik problemleri de beraberinde getirebiliyor.

Bu yazımızda esasen “korkuya, korkularımıza” değinmek istediğim için sözü oraya getirmek istiyorum.

Aslına bakarsanız, korkularımız da bizim ‘duygu imtihanlarımızın’ başında gelen hususlardan.

“Neyden/nelerden, ne kadar korkuyoruz?”

Korkularımızla ilgili bu temel soruyu sormadıkça, bu hissimizin kullanımının yerindeliğini, ne kadar hakkını verebildiğimizi, bu duyguyu doğru mu sarfettiğimizi, yoksa israf mı ettiğimizi fark edemeyebiliriz.

Neyin, ne kadar korkuya değdiği önemli. Aslında diğer duygularımızda olduğu gibi bu duygunun istikameti, doğru kullanımı da dünya-ahiret dengesini kurmakta saklı. Yani korkunun hafifini dünyaya, şiddetlisini ise ahiret adına sarf etmek gerekiyor. Tam tersinin olduğu bir durumun ise, hayatı azaba çevirip, çekilmez hâle getireceği açık. Dünya ve ahirette iyi sonuçlar getirmeyeceği de…

Üstad Hazretleri, korku duygusunun Cenab-ı Hak tarafından “hıfz-ı hayat” (hayatı korumak) için verildiğini söyler. Yoksa “Hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için ver[il]memiştir” diye de ilâve eder.

“Hıfz-ı hayat” (hayatı koruma) vurgusunu, “ahiret hayatının muhafazasını” için de düşünebiliriz pekâla. 50-60 senelik dünya hayatımız için olmayacak şeylerden korkup da, ebedî hayatın muhafazası, yani hepimizin başına açılan ‘sonsuz bir saadeti kazanmak veya kaybetmek davası’ adına hiç korkuya, telâşa kapılmamak, endişe duymamak elbette bu duygulardaki istikameti kaybetmek olsa gerek.

“Nev-i beşerin en büyük meselesi Cehennemden kurtulmaktır” der Bediüzzaman. Ve akabinde: “Kâinatın pek çok ehemmiyetli ve muazzam ve dehşetli bir hakikati Cehennemdir ki, bir kısım o ehl-i şuhud ve keşif ve tahkik onu müşahede eder, (…) dehşetinden feryat ederler, ‘Bizi ondan kurtar’ derler.”

Dolayısıyla “Allah korkusu, Cehennemden kurtulmak endişesi” gibi duygular, korkunun istikametli kullanım alanlarına mühim örneklerdir.

“O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. ‘Oğlum paşa olsun’ diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor.”

Bu misâldeki “dünya hapsi ile Cehennem hapsi” kıyaslamaları da, hangi ‘hapis’ten, ne kadar korkmamız gerektiğine dair güzel ve yerinde bir misaldir.

Eğer insan, dünya hapsinden korktuğu kadar bile olsa Cehennem hapsinden korkmuyorsa, bu dünyada başına gelecek bir felâketten korktuğu kadar dahi olsa  ‘ebedî helâket ihtimalinden’ korkmuyorsa; meselâ yine, hastalıklardan, virüslerden korktuğu kadar olsun ebedî hayatını tehdit eden manevî virüs ve hastalıklardan da korkmuyorsa —misaller çoğaltılabilir— bir problem var demektir.

Ve insan sadece korku açısından değil, —yukarıda da belirttiğimiz gibi— sevgi, aşk, düşmanlık, hırs, inat, endişe gibi pek çok duygu açısından da bu imtihanlarla daima yüzyüze.

Velhâsıl; “Dünyaya hangi duygularımızla, ne ölçüde sarılıyoruz?” sorusunun kendi âlemimizdeki cevabını vermek ve bunun bir muhasebesini yapmak, dünya ve ahiret saadetimiz açısından önemli.

Unutmayalım ki, duygularımız bizim gerçeklerimiz ve aynı zamanda boy aynalarımız. Bir turnusol gibi mihenk cihazlarımız belki de. Dünya ve ahiret karşısındaki durumlarımızı tartan özelliklerimiz. Gidişatımızın hangi yönde olduğuna dair bize adeta geri bildirimler yapan, belki de ‘rahmet mizancık’larımız… Ne dersiniz?

Duygulara dair söylenecek çok söz var aslında. Mühim olan, onlarla ‘korkmadan’ yüzleşebilmek. Onları bastırmak, üzerlerini örtmek veya geçici lezzet ve meşgalelerle oyalamaya, avutmaya çalışmak değil de; “Bizden ne istiyorlar, asıl olarak neye ve nereye talipler?” sorusunun cevabını verebilmek. Tıpkı Bediüzzaman’ın ‘ölüm korkusu/duygusu’ karşısında dediği gibi: “Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister.”

O halde biz de duygularımızla yüzleşelim, onların yüzüne gülelim, onlarla barışık olalım, onları dinleyelim, duygularımızın ne istediklerine kulak verelim.

Dünyaya mı talipler, ahirete mi?

Bu dünya onları doyurabiliyor mu, yoksa başka ebedî bir diyar mı arıyorlar?

İnanın, sadece duygularımızı dinlemek, bu ‘rahmet mizancıkları’nın istikametli rehberliğine imkân tanımak bile bize çok şey katacak ve iki hayatımızın saadetine vesile olacaktır inşaallah.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*