Korku ve cesaret, birbirinin zıddı olan iki duygu… Bu iki duyguyu da insana bahşeden Allah, bizi bu iki duygu arasında imtihan ediyor. Çoğu insan korku duygusunun esaretine kapılabiliyor, yanlışa meyledip yanlış adımlar atabiliyor. Bu insanlar fikirlerini korkuyla şekillendirip vicdanen rahatsız olduğu düşünceleri zorla kabulleniyor.
Cesaret ise korkunun panzehiri gibi, insanları korkaklıktan kurtarıyor ve zihinleri, korkuyla şekillenmiş yanlış fikirlerden koruyor. Bediüzzaman korku ve cesaret duygularıyla ilgili olarak “Her hakikî hasenât gibi, cesâretin dahi menbaıimândır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi, cebânetin [korkaklığın] dahi menbaı dalâlettir.” tespitini yapmış, inancı güçlü insanların cesarete, inançsız ve iman zaafı olan insanların korkaklığa yakın olduğunu söylemiştir.
Korku bulaşıcı mıdır?
Konuyla ilgili araştırma yaparken “Korkunun kokusu var mıdır?” başlıklı bir makale ilgimi çekti. Makale korkunun bir kokusunun olduğunu ve korkan insanların çevresine koku yayarak diğer insanları etkilediğini belirten bir çalışmayı ele almış:
“Korkan bir insanın yanındaysanız, ne kadar cesur olursanız olun siz de korkmaya başlıyorsunuz. New York’taki StonyBrook Üniversitesi tarafından yayınlanmış bir araştırma, korktuğumuz zaman terlediğimizi, terimizin içinde de çeşitli feromonların olduğunu gösteriyor. Bu feromonlar, beyin tarafından yalnızca “korktuğumuz” zaman salgılanıyor. Çoğu insanın koku alma duyusu feromonları algılayabilecek düzeyde değil, ancak beyniniz bunlara dair kimyasal sinyalleri algılıyor. Bu nedenle, siz farkında olmasanız dahi kendisi de aynı feromonları salgılamaya başlıyor. Diğer bir deyişle, korku bulaşıcıdır. Kapalı ortamlarda, örneğin bir uçakta, âniden korkmaya başlayan bir kişi çevresindekilerin de korkmasına neden oluyor.”1
Buna karşın cesur insanlar ise çevresine cesaret aşılamakta ve korkutarak iş gören insanlardan kendini ve etrafını korumaktadır. Bu meseleyle ilgili olarak Tarihçe-i Hayat adlı eserde okuduğumuz üzere Bediüzzaman, Birinci Dünya Savaşı’nda muazzam bir cesaret örneği göstermiştir. O harpte gönüllü askerlere cesaret vermek için sipere girmeyerek avcı hattında dolaşmış ve en ileride atını sağa sola koşturmuştur:
“Meydan-ı harbde, düşman karşısında, gülleler içerisinde; talebelerine cesaret vermek için en elzem bir kahramanlığı fiilen göstermek emeliyle avcı hattında atını sağa sola döndürürken, bu suretle cesaret-i imaniye ve şehamet-i İslâmiyeyi en a’lâ bir derecede bir kumandan manasıyla…”2
Bediüzzaman korku duygusunun hayatı korumak için verildiğini belirtmiş, hayatı bozmak, tahrip etmek, ağır ve zor duruma getirmek için verilmediğini söylemiş ve iman ehline zarar vermek isteyenlerin korku damarını kullandığını belirterek bizleri uyarmıştır:
“Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler; onunla korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalâletin propagandacıları, avâmın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar, korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar.”3
Kimden korkuyoruz?
Risale-i Nur eserinde korku iki yönde incelenmektedir. Korku ya halka, ya da Hâlık’a yönelik olmaktadır. Yani insan ya yaratılanlardan korkar, ya da Yaratan’dan. Üçüncü bir seçenek bulunmamaktadır. İnsanın Allah’tan korkması, dünya ve ahiret işlerinde hata payını azaltan en önemli faktördür.
Bir bebeğin, annesinin kucağından ayrılınca ağlamaya başlaması gibi, insan da Cenâb-ı Hakk’ın sevgisinden mahrum kalma korkusuyla Rabb’ini hoşnut edecek ameller yapması, Allah’a yöneltilmiş bir korku duygusunu göstermektedir. Korku duygusunu kullanmamız gereken en mühim nokta burasıdır.
Bir diğer yönden bakacak olursak korku insana, hayatını koruması için verilmiştir. Üstad Bediüzzaman da bunun ölçüsünü şöyle veriyor: “Havf (korku) iki, üç, dört ihtimalden biri olsa, hattâ beş-altı ihtimalden biri olsa, ihtiyatkârane bir havfmeşrû olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir.”4
Üstad Bediüzzaman korku duygusunun aksine olarak gösterdiği cesaret örneklerinden bir tanesi de Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemesi’nde yargılanırken, ‘’Sen de şeriat istemişsin?’’ sualine karşı, “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira, şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil”5 cümleleriydi. Bu cümleler Bediüzzaman’ın kendine bir zarar gelme korkusuna kapılmadığını, aksine hak ve hakikatin hatırını korumak için canını feda edebilecek cesarete sahip olduğunu gösteriyor.
İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında, papazlarının mağrurane sorularına tek bir kelimeyle dahi cevap vermeyen, ‘’Tükürün o zalimlerin hayasız yüzüne!’’ diyebilen Bediüzzaman, yine korku ve cesaret imtihanını başarıyla geçmişti.
Yine Bediüzzaman, zulümden vazgeçirmek için gittiği Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa’ya ikazda bulunurken; Rusya’da esir kampında Rus Çarının dayısı Nikola Nikolaviç’in karşısında ilmin izzetini korumak için idamı göze alarak ayağa kalkmadığında; Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Ankara’da mecliste dinin temel emirlerini tebliğ ederken ve Ankara reislerinin kendileriyle çalışması için rüşvet kabilinden yaptıkları tüm cazip teklifleri elinin tersiyle iterken de korkusuzluğun en güzel misallerini göstermişti.
“Hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor. Hem neden korkum olacak? Dünya ile, ecelimden başka bir alâkam yok”6 diyebilen bir Bediüzzaman, fânî ve geçici dünya hayatında korkunun ona, davasına bağlılığına engel olmasına izin vermemişti.
Evet, korkulmayacak şeylerden korkanlar, aslında Allah’a hesap verememekten korkmalıdırlar. Ki düşmanların yüreğine korku salan, hatta şeytanın bile korkudan yanına yaklaşamadığı Hz. Ömer de (ra) Rabb’ine hesap verememekten korkmuştu. “Eğer bütün insanlar Cennet’e girecek, sadece bir kişi Cehennem’e gidecek denilse, korkarım ki o ben olayım.” diyerek, korkusunu yalnızca hak yoluna sarf etmişti.
Eğer Allah korkusu tam olursa, başka hiçbir korku kişinin fikrine, ilmine, reyine müdahil olamayacak; böyle bir insan aklı hür, ruhu hür ve vicdanı hür olacaktır.
Tebrikler, Allah muvaffak etsin.