Bediüzzaman Said Nursî’nin kayıp mezarının sırrı

Merhaba. Nebbaş nedir bilir misiniz? Ben de bilmezdim bu kitabı okuyuncaya kadar. Nereden bilebilirim ki, hiç “mezar hırsızı” ile karşılaşmamıştım daha önce. Evet, nebbaş kelimesi ‘mezar hırsızı’ anlamına gelir imiş. Söylemi sert ve vurucu bir kelime; anlamı gibi, değil mi?

Neden bu kitabı seçtim, diyecek olursak -ki ben kendime sordum bu soruyu-, her olayda olduğu gibi efsanelerin dolaşmasına izin vermeden, deliller ve belgelerle konuşan kaynaklardan alınması gereken bir bilgi olduğunu düşündüğüm için seçtim. Ama nihai fikrimi en sonda paylaşacağım.

Okurken çok kızdığım, öfkeden dilimin ucuna bad-duaların iliştiği ve zorla yutkunduğum kısımlar oldu. Çok da şaşırmadım çoğu şeye doğrusu. Zaten ömr-ü hayatı zindanlarda, sürgünlerde geçmiş; defalarca zehirlenmiş, varlığı yok edilmek istenmiş bir zatın “ruhu ahirete intikal etmiş bedeninden korkulması” ironik.

Adından da anlaşılacağı üzere Bediüzzaman Hazretlerinin kabrini araştırma çalışması bu kitap. Baştan söyleyeyim! Yazar ile aynı fikirde değilim. Yani; kabrini bulma ve türbe yapma arzum yok. Zaten kabrinin kaybolacağını sağken bildirmiş ve de sadece 1-2 talebesinin bilmesini arzu etmiş bir zatın kabrini gün yüzüne çıkarmanın çok da doğru olmayacağı kanaatindeyim.

O halde niye bu kitap? Bunun cevabı da şu; “Kabri nasıl oldu da Urfa’dan gitti? Kim götürdü, nasıl götürdü ve neden götürdü?” gibi sorulara anlamlı bir cevap arayışı. Enteresan bilgilerle de karşılaştım elbette. Sizinle de paylaşayım:

İlk olarak Abdülmecid Ünlükul (Üstadın küçük kardeşi) kullanılmış bu hadisede. Tehdit ile dilekçe yazdırılmış, cebren yani. Güya “Abisinin kabrini ziyaret etmek istiyor ama Konya (o sırada bu şehirde görev yapıyor Ünlükul) ve Urfa arası 2 günlük mesafe olduğu için ziyaret edemiyor ve taşınmasını istiyor” imiş. Mantıklı bir sebep olduğunu düşünen o zamanın devlet ricali ivedilikle kabul ediyor bu dilekçeyi. İnsanın aklına şu soru geliyor “Bugün bile en az 15 iş günü süren dilekçe kabul/cevap nasıl oldu da o zamanın ülke şartlarında 5 iş günü içerisinde kabul edildi böyle?” Dilekçe veriliş tarihi 4 Temmuz 1960, nebbaşlık işi 11 Temmuz 1960 (gecenin bir yarısı).

Tek kişi değil zaten, bu bir nebbaş çetesi. Ama isim vermeyeceğim, kimsenin beni kàle alıp ya da muhatap sayıp da cevap vereceğinden değil, kimseye cevap hakkı doğmaması gerektiğinden (merak edenler için yazışmalarla birlikte isimler kalem kalem yazılmış kitapta).

İkinci enteresan bulduğum nokta ise, yazarın şu yorumu oldu: “Üzerinden çeyrek yüzyıl geçen Bediüzzaman’ın mezarının bir gece baskını ile yıkılarak naaşının uçakla kaçırılması olayı ile ilgili ne kadar çok asker, subay ve jandarma ile görüştümse hemen hemen hepsi boylu poslu ve pehlivan yapılı insanlardı.” Akıllarda yine ortak bir soru: ‘Bir ölüden bu kadar mı çok korkuyordunuz?’

Evet, bu müstekreh işi askerimize yaptırıyorlar. Yazarın askerlerle görüşmelerinin hepsinden alınan aynı cevap, ya “Ne yaptığımızı bilmiyorduk, emre tabiydik” ya da “Kim olduğunu bilmiyorduk, emir verildi yaptık”. Öyle ki işin başına geçinceye kadar kimse ne yapılacağını bilmiyor. Mübarek tabut Urfa’dan Afyon’a, oradan da Isparta’ya naklediliyor. Afyon’daki askerlere ‘Hazine gelecek, onu alacaksınız’ deniyor, Urfa’dakilere ise ‘Birine bile bir şey söylerseniz asılırsınız, idam edilirsiniz’ tehditleri ediliyor. Kimi gün doğup da şehirden söylentiler gelince öğreniyor kabrin sahibini, kimi ise günler sonra öğreniyor taşıdıkları zatın adını.

Böyle çirkin bir işin en güzel neticesi ne biliyor musunuz? Cevap yine yazardan gelsin: “Üstad Bediüzzaman’ın mezarıyla alâkalı çalışmalarımda, bu acı meselenin şahitleri, ya pırıl pırıl, sünnet üzere sakal bırakmış, mü’min veyahut da cami yolunda, mescit ve namaz yolunda musallî insanlardı.”

Tanımayanlar araştırmış ve sevmiş, tanıyanlar ya da duymuş olanlar da eserlerine ilgi duymaya başlamış ve okur hale gelmişti. Tabiî bu nurlu anekdotların dışında kalanlar esasında bu emri verenler. Onlar zaten kötüydü ve neticeleri de kötü oldu.

Son olarak kitaba sormamız gereken sorulardan biri: “Ya neden yıkıldı mezar?” Birkaç sebep var, hangisi mantığınıza daha çok yatıyorsa onu kabul edin. Bana sorarsanız, hepsi mantıksız ve çürütülebilir şeyler: 1- Siyasî sebepler; Urfa’nın Kürtlüğün merkezi olabilme tehlikesini barındırdığı için. 2- Dinî sebepler; Masonlar bilhassa bu konuda baskı yaptığı için. 3- Eserleri ile birlikte yok edilmek istendiği için.

Yazarın kırk yılı aşkın çalışmasını içeren, âdeta akademik bir dosya (içerdiği alıntılar ve belgeler dolayısıyla) hüviyetini taşıyan bu kitabı iyi ki okumuşum dedim. Burada sizinle paylaşamadığım daha pek çok noktası var ancak bana ayrılan sürenin sonuna geldik (:

Peki, gerçekten okumalı mı bu kitabı? Bu konuda emin değilim. Belki böyle bir kitap hiç yazılmamalıydı, belki de gizemini bugün bile koruyan sırların peşine düşmeli, belki de işimiz olmayan işlere karışmamalıyız. Herkesin işine kimse karışamaz, okuyucunun kararına kalmış bir kitap. Ama uyarmalıyım, çok kolay bulunmayan bir kitap. Kalbinizde kitaba dair merak duygusu uyandırmış olmayı diliyorum. Çünkü ‘merak’ en lezzetli duygulardan biridir.

Ağustos ayı Keçeli’nin Kitaplığı sayfasına gitmek için tıklayınız.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*