Genç kızlarla baş başa

Bugün bu yazıyı okuyan sizlere çok samimî itiraflarda bulunacağım. Şu an bu satırları yazarken bile “Bunları neden yazıyorum,bunu yazmam doğru olmaz” diye içimden söylenip duruyorum. Belki başlangıçta biraz farklı gelecek, ama sonunda beni anlayacağınızı düşünüyorum.

Elime geçen bu kitabı okumam bir tesadüf değildi. Dergimiz bu ay yıllarını, ömrünü; iman,Kur’ân hizmetine adamış bir Nur talebesi olan gazeteci yazar Mümine Güneş’i anmak ve dergimizi ismi ile güzelleştirmek için bir bölüm ayırmak istiyordu. Ben de bu sebeple kendisini çok tanımıyor olsam da tanışmak adına “Genç Kızlarla Baş Başa” kitabını aldım ve okumaya başladım.

Kitabın başlarında biraz mesafeliydik Mümine Abla ile. Sebebi ise, kitabın arkasına çıkarılmış bazı cümleleri benim farklı yorumlamamdı. Yine de onu dinlemeye kararlıydım.

Gençlik yıllarından bahsediyordu, öğretmenlik sınavlarına hazırlanırken ilk sınavın din sınavı olduğu ve “Zaten ben Müslümanım kesin hepsini yaparım” diye girdiği imtihanda kalem oynatamayınca; “Sen kendini bile tanımayan şaşkın birisin o masum yavrulara nasıl yol gösterebilirsin?” diye, kendine kızmış ve diğer sınavlara girmemişti bile.

İşte onu ilk kez kendisi ve dini üzerine sorgulamalara iten böyle basit bir olaydı. “Din neydi?” “Bizi doğruya götürecek gerçek neydi?” “Herşeyim olduğu hâlde neden mutlu değildim?” gibi sorular kafasını meşgul etmeye başlamıştı.

O anlatırken aklımdan geçirdim; sorgulamak isteyene her olay hikmetli ve üzerinde düşünülesi; sorgulamayan için her şey ne kadar da sığ ve basitti.

Mümine Hanımın anlattıklarında kendi hayatımdan parçalar buldukça onu daha çok seviyor ve ısınıyordum.

O ilk sorulardan sonra artık hayatında hiçbir şey eskisi gibi değildi, gaflet perdesi sorularla aralanmıştı. Hatta öyleki o varlıklara değil varlıklar ona soru sorular sormaya başlamıştı. Her bir varlık “Beni tefekkür et” diye sesleniyordu ona.

Eyüp Mezarlığı tüm haşmetiyle ona “Öleceksin, kaçmak neye yarar?” diyor; toprak, “Üstümde iman edip kulluk vazifelerini yerine getirmedikten sonra altımda pişmanlık duymanın bir faydası var mı?” diye soruyordu.

Ve bu şekilde sorgulayarak ve öğrenerek İslâm’ı yaşama, tesettüre girme kararlarının zorlu sürecinden bahsediyordu. Yanına gelen, bir zamanlar aynı onun gibi günahlardan ruhu sıkışmış ve bir yardım bekleyen, sorularına cevap arayan, medenileşmek adı altında dayatılan kurallarla kendi fıtratları arasında kalmış, hayatta bir şekilde karşısına çıkmış insanlarla olan diyaloglarından bahsediyor, onların nasıl hidayete geldiklerini anlatıyordu Mümine Hanım. Tabiî gençlik yıllarının geçtiği dönemi ve bazı olayları anlamam ya da tamamen onun anlattığı şekilde kabul etmem  imkânsızdı. Bu yüzden “Mümine Teyzeciğim, burası keşke şöyle olsaymış. Şu kişiye keşke şöyle deseymişsiniz.” ya da “Ben şöyle düşünüyorum” diye, Mümine Hanımın lâfını bölüyordum kitabı okurken.

Mümine Ablakadın olgusuna çok kıymet veriyordu. “Kadın toplumun temel direği, yarınların koruyucusu” diyordu. İşte tam da bu yüzden bu eserini yazmıştı.

Kitabı bitirdiğimde anladım neden onunla bu kadar rahat konuşabildiğimi. Çünkü bunu bana o öğretmişti. O hiç farkında olmadan sadece o yalın üslubuyla, en samimî duygularını, en samimî cümlelerle yanlış karşısında eğilip bükülmeden ifade ederken, bana da aslında böyle olmalısın demişti. Ve aynı kitabın son bölümünde dediği gibi ‘en güzel tebliğini yine duruşu ile yapmıştı. Bu samimî ve sebatkâr duruşu, hayatta iken çokça hizmet ettiği gibi vefatından sonra da eserleriyle hizmet etmeye devam ediyordu. Allah rahmet eylesin.

Altını Çizdiklerim

Ben bir tohumdum ve çözülmek için yalnızlık toprağına atılmıştım. Her şeyi o yalnızlıkta buldum. Bu yalnızlık beni dünyanın cazibesinden kurtarıp Rabbime bağladı.

İnsan kendisini mesut edebilecek olan yegâne hakikate sırt çevirirse, daha hangi yolda mutluluk bulabilir. Kaçmak istediği yolda ebedî saadet vardı. Özlediği şeyden nefret ettiğini sanıyormuş meğer.

Yaratılış gayesini bilmemek ne müthiş bir hastalık! Yalnız ve yalnız bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah’ın önünde eğilmesi gereken başı, fânî varlıkların ayakları altına koydurup ezdirir.

Her maddî zevkin bir nihayet noktası vardır. O noktanın ilerisinde o zevk acılaşır, tat vermez olur. Manevî yaralarını maddî zevklerle kapatmaya çalışanlar elde etmeye çalıştıkları zevklerin içinde yaralarının çok daha acı şekilde sızladığını çok sonra fark ederler.

Şimdiki şu vicdan azapların, oradaki büyük mahkemeye işaret ediyor aslında.

Evet, ömür bir sayfadır, insan da onun kalemi. Güzel de yazmak elinde çirkin de.

İşte niçin yaratıldığını idrak edememiş, göğsündeki kalbin ne kadar yüksek duygularla çırpınabileceğini anlamayamamış bir zavallı. Sabahtan akşama kadar yeni bir elbisenin kendisine yakışıp yakışmadığını kontrol edip duruyor.

Düşünün ve ona göre, ilminizi sonuna kadar götürün. Sonra elde ettiğiniz meyveleri tadın.

Eğer hakiki İslamiyet canlı bir şahıs olup, şu yaşanmakta olan taklidi İslamiyeti görseydi, hayretlere düşecek, ‘Acaba bu nedir ki?’ diye acayip acayip bakacaktı.

Temmuz ayı Keçeli’nin Kitaplığı sayfasına gitmek için tıklayınız.

1 Trackback / Pingback

  1. Bediüzzaman Said Nursî’nin kayıp mezarının sırrı | Genç Yorum

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*