Mânâ-i harfî penceresinden antik kentler

Antik kentler binlerce yıllık ibret vesikası hükmündedir. Bu nedenle sadece gezilecek yer olarak görmek büyük bir hatadır. Bu kentleri Kur’ân-ı Kerîm’in emri doğrultusunda düşünmek ve gezmek gerekir. Rabbimizin, “Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl akıbete uğradıklarını bir görsünler. Onlar, kendilerinden sayıca daha çoktu ve yeryüzünde kuvvet ve eserler bakımından daha üstündüler. Fakat kazandıkları şeyler, onlara hiçbir şey sağlayamadı.” (Mü’min Sûresi, 82.) mealindeki âyeti antik kentlerin nasıl bir nazarla gezilmesi gerektiğini ihtar eder.

Günümüzden binlerce sene önce kurulan ve zamanının cazibe merkezi olan bu kentler üzerinde detaylı düşünmemiz gerektiğini lisan-ı hâlleri ihtar eder. Özellikle belli büyüklükteki kentlerin tarihî bir tecrübe ve ciddî bir gayretin mahsulü olduğu hemen fark edilir. “İbret maksatlı gezmek” insana yeni yeni kapıların açılmasına vesile olur. Bir zamanlar mutlu bir şekilde binlerce insanın yaşadığı yerlerde günümüzde hiçbir insanın yaşamamasından ders almamız gerekmez mi?

Antik kentlerin mimarisinin hemen fark edilen iki önemli mesajı vardır: İlki devasa yapıların (agora, hamam, antik tiyatro, tapınaklar vb.) ciddî bir ilmî birikim ve emek gerektirdiğidir. Burada sorgulanması gereken tüm bu çabalardan amacın ne olduğudur. Bu kadar gayret Allah’ın rızası amaçlanmadığı takdirde her saniyesinin pişmanlık olarak döneceği unutulmamalıdır. İkincisi genellikle taş, mermer gibi “beşerin bulaşık eli!” karışmadığı takdirde binlerce sene dayanacak malzemelerin kullanılmasıdır. Bugün yapılan herhangi bir binanın 100 yıl bile ömrü olmadığı düşünüldüğünde ne kadar yanlış yolda ilerlediğimizi daha iyi anlamış oluruz.

İlk günkü halini koruyan çok az antik kent vardır. Çoğu kent yapıları savaş, yangın, deprem gibi sebepler nedeniyle zarar görmüştür. Bu zarar görme tamamen yıkılma şeklinde tezahür ettiği gibi yapının bir kısmının ziyan olması da söz konusudur. Bu hâliyle sadece canlıların değil, şehirlerin de belli bir ömrü olduğunu hatırlatır. Bu hakikat “Her şey helâk olup gidicidir; Ona bakan yüzü müstesnâ” âyetini düşünmek için fırsattır. Bu yıpranan yapıları gören insanın ölüm gerçeğini hatırlaması gerekmez mi? Taştan yapılan eserler bile zamanla tanınmayacak hâle geliyorsa etten kemikten meydana gelen insanın hâli nice olacaktır?

Her nimet şükür ister. Şükrü eda edilirse ziyadeleşir. Şükredilmezse o nimet alınır. Antik kentlerdeki insanlar zamanının çok ilerisinde bir medeniyet seviyesine gelmiş olmalarına rağmen bu ihsanı veren Rablerini unuttular. Şükürlerini, teşekkürlerini kendi içlerinden bazı insanlara ya da hayal mahsulü ilâhlara verdiler. Çoğunun helâk edilerek tarih sahnesinden silinmesine sebep olan bu azim hatalardan ders almamız gerekmez mi?

Bunun yanında lehviyat ve sefahete daldıklarını da ibretle müşahede ediyoruz. Bilhassa şehrin en önemli yapılarının başında gelen antik tiyatrolar, bu gayr-ı meşru eğlencelerin merkezi durumundaydı. Bu nedenle kentlerin kalpleri hükmünde olan antik tiyatrolara ayrı bir önem verilirdi. “Dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları, birer câzibedarlıkla pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder.” (Şualar, s. 616) tespiti düşündürücüdür. Antik tiyatrolar kişileri haram zevklere müptela eden bir mekanizma işlevi görüyordu.

Bu haramlar insanî nitelikleri de bitiriyordu. Gladyatör dövüşleri, insan ve hayvan ölümleriyle netice verdiğini düşündüğümüzde karşımıza hazin bir tablo çıkar. İnsan ve hayvan ölümlerinden zevk alan binlerce insan, ahlâk ve vicdanın sukut ettiğini ihtar etmez mi? Görüldüğü üzere eğlence için çeşitli ölüm oyunlarının sergilendiği bu mekânlar o dönemde günahların en yoğun işlendiği yerlerdir!

Peki, biz bu antik tiyatroları nasıl gezmeliyiz? En iyi şekilde nasıl ibret alabiliriz? Tefekkür için neler yapabiliriz? Antik kent ziyaretlerimizde dinlenme yeri olarak antik tiyatroyu seçerek ilk adımı atabiliriz. Bir an için gözümüzü kapayıp oturduğumuz basamaklarda, binlerce yıl önce yaşamış insanların bu mekânları doldurduğunu hayal edebiliriz. Heyecanlarının, sevinçlerinin haram üzerine kurulu olduğunu düşünüp bu durumlardan bizleri muhafaza eden Rabbimize şükredebiliriz.

Bu şükrümüzü içten bir “elhamdülillah”la taçlandırdıktan sonra bir yandan da o zeminlere uygun tefekkürî eserleri –Risale-i Nur’dan o havaya uygun bölümleri– okuyarak alâmet-i farikamızı gösterebiliriz. Çok tecrübelerle sabittir: O gibi yerlerde okuduğumuz Risalelerden aldığımız lezzetin bir başka olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Başkaları en iyi fotoğraf çekme derdindeyken bizim Risale okumamız hem iç dünyamızı açıyor, hem de lisan-ı hâl ile tebliğ vazifemizi ifa etmiş oluyoruz.

Yazımızı hem sanat hem de ibret açısından en önemli gördüğümüz birkaç tiyatro ve antik kent tavsiyesiyle noktalamış olalım. Efes antik tiyatro (24 bin kişilik kapasitesiyle dünyanın en büyüğü), Pergamon antik tiyatro (70 derecelik açısıyla dünyanın en dik tiyatrosu) ve Aspendos (Akdenizin ve dünyanın en güzel, en iyi korunmuş tiyatrolarından biri). Antik kent olarak da Efes, Pergamon, Myra, Afrodisias, Hierapolis, Hattuşaş, Ksantos, Laodekia, Perge, Çatalhöyük, Dara, Arslantepe, Troya, Alacahöyük, Patara, Sagalassos…

Elbette bu tavsiyelerimizin dışında da çok sayıda antik kentin olduğunu not düşelim. Rabbim cümlemize antik kentleri rızasına uygun gezmeyi ihsan eylesin…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*