Mânâ-i harfî penceresinden Osmanlı konakları

Helal dairesinde yaşama gayretinin sadece uhrevî değil, dünyevî neticeleri de vardır. Huzur ve mutluluk ilk akla gelen peşin ücretleridir. Konakları ziyaret esnasında tarif edemediğimiz bir hissiyata bürünürüz. Sebebini anlamak zor değildir aslında. Mimarisi, kullanılan malzemeleri ve yaşanmışlıklar hissiyatımızı çok özel noktalara taşır.

Konak içerisine girmeden, kapısındaki “tokmak”tan bile en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğü müşahede edilir. Kullanılan kapı tokmağı ziyaretçinin erkek mi kadın mı olduğunu ev sahibine bildirir. Ev sahibi de aynı hassasiyetle misafirlerini karşılar. İçeri girdiğinizde genellikle geniş bir avluyla karşılaşırsınız. Bu avlu aynı konak kadar önemlidir. Mahremiyet ve emniyet sağlayan yüksek duvarlarla çevrili olması bu hassasiyetin sonucudur. Aile fertleri, bilhassa günün büyük kısmını avluda geçiren kadınlar, burada rahatça hareket eder. Günümüz modern insanının birçoğunun bahçeye hasret olduğu düşünüldüğünde avlunun kıymeti daha da iyi anlaşılır.

Konakların konumu da ayrı bir nezaket ve ince düşüncenin eseridir. Genellikle zemin durumu düşünülerek birbirine bitişik olup güneşi ve manzarayı kapatmayacak şekilde inşa edilir. Bitişik olması dayanışmanın, birliğin, beraberliğin ifadesidir. Güneş ışığını alması ve manzarayı kapatmaması da komşulara duyulan saygının, nezaketin ve sevginin göstergesidir. Site inşa edilirken bu hassasiyetten mimar ve müteahhitler de ders almalıdır!

Konaklar haremlik ve selamlık olmak üzere iki ana bölümden oluşur. Mutfak, banyo, dinlenilecek oda, misafirlerin ağırlanacağı yere kadar her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştür. Modern hayatın içerisinde aynı masada mahremle karşılıklı oturup yemek yenilirken, bunun Osmanlıdaki yansımasına bakıldığında mahremiyetin öneminden dolayı, ikramların mutfakla salon duvarı arasında açılan küçük pencereden servis edilmesi manidârdır. Hemen belirtmek gerekir ki ölçüler de olabildiğince geniş tutulmuştur. Yani odalar insanî şartları karşılayacak büyüklüktedir. Bugünkü sınırlı metrekarelerde tıkış tıkış yaşamaya çalışan bizler bu ölçülerin ve anlayışın maalesef çok uzağındayız.

Sofalar da diğer tüm odaların, katların ve birimlerin açıldığı ortak ve hayatî toplanma alanlarıdır. Özellikle son dönem Osmanlı saray, kasır ve köşklerinde ise zengin ahşap oyma işçiliklerle; soyut süslemeler ve alçı tavanlarıyla sofalar bir mimarî öge olmaktan çok; çarpıcı bir kültürel unsura dönüşmüştür.

Yapıya estetik bir boyut kazandıran cumbalar ise dünyadaki en iyi örneklerini oluşturur. Evin üst katındaki cephenin olası eksiklerini tamamlarken odalara da klasik kare formu kazandırarak mekândan istifadeyi artırır. Günün her saatinde gün ışığından yararlanma imkânı sağlar. Sokakla kurduğu ilişki ve taşıdığı incelikli unsurlar açısından ayrıcalıklı bir konumdadır. Dış cephesi payandalı ya da çıkmalarla desteklenirken içerde; sedirler, halılar, minderler, yastıklar ve işlemeli örtüler döşenerek kültürümüze has mekânsal işlevler kazandırılır.

Kullanılan malzemelerin de genellikle ahşap ağırlıklı olduğunu görüyoruz. Malzemelerin fıtratla uyumlu olmasına azamî özen gösterilmiştir. Fıtrî malzemelerin insan psikolojisini müspet etkilediği bilinen bir gerçektir. Keza betonarme yapıların dar odalarının günümüz insanına nasıl tesir ettiğini yaşayarak anlıyoruz.

İnce bir nokta da, ahşap kullanıldığında bu konakların çok fazla ömrü olmayacağı hakikatidir. Daha sağlam malzeme yerine ahşap kullanılmaktaki ısrarın sebebi de gerçekten dikkat çekicidir. Osmanlıda cami, devlet yapıları ve vakfı temsil eden yapılar taş ağırlıklı inşa edilir. Zira, Allah’ın (cc) sonsuz olduğunu, kıyamete kadar devam etmesi gereken eserlerin devlet, vakıf ve cami gibi eserler olduğu nazara verilmek istenmiştir. Şahsî yapılar bu gayeden uzak tutulmuş, mimariye de olabildiğince yansıtılmaya çalışılmıştır.

Kıble hassasiyeti üzerinde de durulmuştur. Sadece namaz kılmak noktası düşünülmemiş; konağın konumu, yatılan yerde kıble istikametinde ayağın uzatılmaması gibi unsurlara azamî dikkat edilmiştir.

Abartılı mobilyalar kullanılmasından kaçınılmış, sade ve yalın bir anlayışla odalar düzenlenmiştir. Pencere kenarında divan ya da seki denilen oturmalar, kilim-halı ya da minderler yer döşemesi olarak kullanılmıştır.

Kültürü oluşturan anlayışın da üzerinde durmak gerekir. Birkaç örnekle atalarımızın ince ruhu ve nezaketini anlamaya çalışalım. Eve misafir geldiği takdirde, ev sahibi misafirlerin ayakkabılarının burunlarını dışarıya doğru değil de içeriye doğru çevirirmiş. Bu davranışla, “Biz sizin misafirliğinizden çok memnun kaldık, evimizi yeniden şereflendirmenizi bekliyoruz.” demek isterlermiş.

Evlerinin dışında yer alan çiçeklerin renkleri de oradan geçenlere mesajlar verirmiş. Örneğin; sarı renkli çiçekler pencerenin önünde ise dışarıdaki insanlara “Bu evde bir hasta var, lütfen gürültü yapmadan mümkün olduğunca sessiz olmanızı istiyoruz.” demek istiyormuş. Çiçekler kırmızı ise; “Bu evde evlenme çağında genç kız bulunmaktadır, sözlerinize dikkat ederek genç kızımızın ruhunu incitmemeye dikkat ediniz.” diye seslenirmiş çiçekler. Tüm bu ince düşünceler, Osmanlı insanının ruhundaki zarifliğinin göstergesidir.

Evlerin dış kapılarının çerçevesine ya da saçakların alt kısımlarına işlenilen ay yıldız detayları evde hac vazifesini yapan birilerinin olduğunu anlatmaktadır. Bu güzel detay, hac vazifesini yapmak için başkaları için de dua edilmesine vesile olurmuş.

Mezkûr manalar, saygı ve sevgi üzerine bina edilen konaklar üzerinde düşünmeyi zorunlu kılıyor. Ecdadımızın miras bıraktığı değerlere dönmek için konakları ziyaret etmeliyiz. Hem aziz hatıralarını yâd edecek hem de yazı boyunca özetlemeye çalıştığımız mevzularda ibret alma imkânına kavuşacağız vesselâm…

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*