Evet, başlığı yanlış okumadınız. Çünkü “‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ olmayacak mıydı?” dediğinizi duyar gibiyim. Şahsen ben kendi varoluşumu, “görerek” daha iyi anladım. Hem, “görmek” için aynı zamanda düşünmek de lazım, değil mi? Böylece hem görmüş hem de düşünmüş oluyorum. Bu farkındalığı da en son olduğum sakal tıraşına borçluyum. “Allah Allah, bir sakal tıraşından nerelere gittin öyle?” diye hayret edebilirsiniz. Hayret etmeniz normal çünkü ben de hayret ettim.
Ben, sakal bırakmayı çok sevmeme rağmen yaptığım iş gereği haftanın belirli günleri sakal tıraşı olmak zorunda kalıyorum. Lâkin bu son tıraşım diğerlerinden farklı ve bir başka oldu. Çünkü bazı tefekkürî kapıların açılmasına ve tefekkür âlemine girmeme vesile oldu. Sürekli aynaya bakmama rağmen bazı hakikatleri gaflet perdesi yüzünden görememişim. Bu sebeple en son olduğum sakal tıraşı benim için hem hayretlik hem de ibretlik oldu. Hani derler ya ‘Bakmak ve görmek aynı şey değildir’ diye. İşte bunu ayne’l-yakîn yaşamış oldum.
Şöyle ki; yine bir hafta sonu sakal tıraşı olmak için hazırlanmış ve aynanın karşısına geçmiştim. Yüzümü köpükledikten sonra elime tıraş bıçağını aldım. “Ya yine mi sakal tıraşı olacağım. N’olurdu sanki sakal bırakmamız serbest olsaydı” diye hayıflanacağımı düşünürken birdenbire kendimi tefekkür âleminde buldum. Aynadaki Said, sanki bana “Ey Said! Sözlerine dikkat et! Bu sîma sana ait değil. Hakikati gör, ibret al” diye seslenir gibi oldu. Hayret ettim. Nasıl olur da bu sîma bana ait olmazdı? Hem, hangi hakikatleri görecektim?
Sonra şöyle bir durdum ve yüzüme uzun uzun bakmaya başladım. Bakarken de “görmeye” başladım. “Nasıl yani? Şimdiye kadar görmüyor muydun?” diyebilirsiniz. Evet, görmüyormuşum. Çünkü görmek için sadece gözlerimin görmesi yetmiyormuş.
Evet, görüp de ilk fark ettiğim şey ne mi oldu? Gözlerim oldu. Gözlerim kör değildi ve gayet nizamî bir şekilde, olabilecek en güzel yerde konumlandırılmıştı. Ya âmâ olsaydım da kendimi, ailemi ve bu rengârenk âlemi göremeseydim? Gözlerime baktığım esnada göz kapaklarım dikkatimi çekti. Göz kapaklarım gözlerimi koruyor, birbiriyle uyumlu ve düzenli bir şekilde istem dışı kapanıp açılıyordu. Meğerse bunları ben kontrol etmiyormuşum. Ya kontrolleri bana ait olsaydı? Hayat benim için daha zor olmaz mıydı?
Sonra simamdaki müthiş san’atı gördüm. Aynı gözlerim gibi yüzümde yer alan diğer duyu organları da harika bir şekilde yerleştirilmiş. Herhangi bir düzensizlik ve çirkinlik yoktu, yani en güzel sûrette yaratılmıştı. Ayrıca bütün yüzler, duyu organları itibarıyla aynı olduğu hâlde, hiçbir yüzün birbirine benzemediğini fark ettim. Yani benim yüzüm sadece bana hasmış.
Sonra kaşlarıma dikkat ettim. Gördüm ki her iki kaşım da aynı şekilde konumlandırılmış ve uzunlukları da aynı. Ayrıca hiç uzamadığını ve gözlerimi rahatsız etmediğini fark ettim. Ya kaşlarım da saçım ve sakalım gibi uzasaydı da sürekli kesip kısaltmakla uğraşsaydım? Peki, ya hiç kaşlarım olmasaydı? O zaman yüzüm nasıl görünürdü acaba? Hayali bile tuhaf geliyor değil mi?
Sonra kesmek üzere olduğum sakalıma dikkat ettim. Sakalım belli bir düzende ve belirli sınırlar dâhilinde çıkmış. Yani yüzümün tamamı sakal değildi. Hâlbuki yüzümün tamamı aynı deri ve aynı hücrelerden oluşuyor. Nasıl oluyordu da sakalım çıkacağı sınırı biliyor ve haddini aşmıyordu? Akıllı mıydı bu sakallar? Hem, ben sürekli kesmeme rağmen bana inat eder gibi yine de çıkıyor. Haa, demek ki bu sakal beni dinlemiyor ve dediğimi yapmıyor. Benim dediğimi yapmayan sakal, gerçek mânâda bana ait olabilir miydi?
Sonra ayakta durduğumu fark ettim. Böylece ayaklarımın olduğunu gördüm. Yani ayaklarımın olduğunun farkına vardım ve ayaklarımın varlığını hissettim. Meğer her gün kullandığım ve en önemli âzâlarımdan olan ayaklarımın farkında değilmişim. Ayaklarım olduğu hâlde nasıl oluyor da ayaklarımın varlığını böyle hissedememişim? Bendeki gaflet perdesi bu kadar kalın mıydı? Çok merak ediyorum benim gibi ayaklarının varlığını hissedemeyen başkaları var mıdır acaba? Peki, ya ayaklarım olmasaydı da böyle ayakta duramasaydım ve istediğim yere rahat bir şekilde gidemeseydim? O zaman ne yapardım?
Sonra sürekli kullandığım, işlerimi gördüğüm en önemli âzâlarım olan ellerime ve kollarıma şöyle bir baktım. Baktıkça gördüm ki kollarımın olması bana gayet normal, basit ve sıradan geliyormuş. İşte buna ülfet deniyor. Ülfet denen bu mânevî hastalık, ne derece peyda etmiş ki kollarımın varlığı sıradan bir hâl almış bende? Peki, gerçekten böyle sıradan ve basit bir şey mi kollarımın olması? Sonuçta bu kolları ben yapmadım, başkasından da ödünç almadım? Nasıl oluyor da böyle harika bir şekilde vücuduma yerleştirilen kolların hakikî sahibi ben olabilirim? Peki, ya kollarım olmasaydı? Böylece kollarımın ve ellerimin varlığını derinden hissetmeye başladım.
İşte, içinde bulunduğum tefekkür hâleti bu şekil devam edip gidiyordu. Bunlar gibi birkaç hakikati daha gördükten sonra birden uykudan uyanır gibi hayretler içerisinde tefekkür âleminden çıktım. Beni yoktan yaratan, bana bu vücudu veren ve varlığımın farkına vardıran Rabbime yöneldim. Gözlerimden yaşlar süzülerek ona teşekkürler ettim. Bana bu duyguları yaşattığı, gaflet perdesi yüzünden göremediğim hakikatleri tefekkür penceresiyle gösterdiği ve ne kadar nimetler içerisinde olduğumun farkına vardırdığı için Rabbime hamdettim.
Rabbim bizlere göremediğimiz daha nice hakikatleri görmeyi nasip etsin.
Tefekküre medar olacak bir tarzda yazılmış. Tebrik ve dua ile