Puhte olup ehl-i dil bezminde bulmaz çâşnî
Döne döne olmayan mihnet ocağında kebâb
Mihnet ocağında döne döne kebap olup pişmeyen âşıkların meclisinde tat bulunmaz.
Seyr ü sülûk son derece zahmetli, sıkıntılı bir yolculuk olduğu ifade edilmişti. Bu yolculuğa talip olan, zorluklara katlanarak belâlara sabretmeye hazır olup pişmeyi göze almalıdır. Yolcu, zahmet, belâ ve sıkıntı ocağında döne döne kebap gibi yanıp pişmeden marifete eremez. Süreç, başta kolay gibi görünse de yolcu, nefs-i emmâre, şeytan ve ben (ene) üçlü ittifakının sebep olduğu türlü sıkıntılarla boğuşmak zorunda kalacak, karşısına çıkarılan engelleri aştıktan sonra amacına ulaşarak yolculuğundan manevî zevk alma makamına gelecek, Mevlana Celaleddin’in kısaca, “Hamdım, piştim, yandım” sözüyle ifade ettiği hakikati kavrayacaktır. Kısacası arif, kâmil insan olma şerefine erecektir. Şair bunu “çâşni” kelimesiyle ifade ediyor.
Kîl u kâl-i akla dolaşdı dil-i zâhid yine
Ankebûtun târına düşdüsan asan bir zübâb
Zâhidin kalbi örümcek ağına düşen sinek gibi yine aklın dedikodusuna takıldı (kaldı).
Tasavvuf kalp ayağıyla çıkılan ruhanî bir yolculuk olduğundan zaman zaman akıl yolcuya ayak bağı olabilir. Uyanık (müteyakkız) sâlik akıldan çok kalbinin sesini dinleyip kalp pusulasını tercih etmeli. Akıl ona yolun tehlikelerinden, sıkıntılarından, türlü engellerini sıralayacak, dünya zevklerini tatmanın güzelliklerinden bahsedecek, elden geldiği kadar onu vazgeçirmeye çalışacaktır. Aklın tavsiyelerine uyan zâhidin bu yolculukta hedefine ulaşması zordur.
Kendisinden çok bahsedilen zâhid kimdir? Zâhid, lügatte, “1. Dünyaya rağbet etmeyen, dünyadan yüz çeviren, el etek çeken. Kendini bütünüyle ahirete ve Hakk’a veren, mala, mülke, makama ve şöhrete değer vermeyen dünyayla ahiret arasında tercih yapmak gerektiği zaman ağırlığını daima ahiretten yana koyan.”1 Bu tanıma kimsenin itirazı yoktur. Klasik şiirimizde zâhid farklı bir kimlikte sunulur: “Ham sofu, ham ruhlu, pişmemiş, olgunlaşmamış, dinin özünden habersiz şekilci ve zâhirci kişi. Ârif ve âşık olmayan kişi” olup kimse tarafından sevilmez.2 İşte divan şairlerinin, hatta mutasavvıf şairlerin yerdiği, yerden yere vurdukları bu tiptir.
Zâhid her şeyi dış görünüşüyle değerlendirdiği, kitabın sadece zahirî anlamlarına saplanıp kaldığı, şekilci olduğu için aklın tedbirine ayağı dolaşıp tökezler. Oysa insanı doğruca Hakk’a götürecek olan kalbin şaşmaz rehberliğidir zira kalp aşkın kaynağıdır. Kâinatın yaratılış sebebi aşk olduğuna göre sâliki Allah’a ulaştıracak olan da aşk yani kalptir. Usûlî çok çarpıcı bir benzetme ile aklı esas alan zâhidi örümcek ağına yakalanan zâhide teşbih ediyor. Örümcek ağı Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle, çok zayıf, çok çürüktür. “Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümceğin yuvası”dır. Akıl ayağı, bu zayıf ağa takılan sineğin içine düştüğü çaresizliği yaşar.3
Fakrküncinde bulan genc-i kanâ‘atdan nasîb
Mâlik-i mülk oldu oldur mün’am-i kâmil-nisâb
Fakr köşesinde kanaat hazinesinden nasip bulan, mülkün sahibi oldu. O, en mükemmel nimetlenmeden nasibi (pay) olan kişidir.
Fakr, tasavvufta “A) Dervişlik, sâlikin hiçbir şeye malik ve sahip olmadığının, her şeyin gerçek malik ve sahibinin Allah olduğunun şuurunda olması. İnsan, Allah’ın kulu olduğundan, insan da, ona nispet edilen diğer şeyler de hakikatte onun mevlâsı olan Allah’ındır. B) Sâlikin kendisini daima Allah’a muhtaç bilmesi, Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını kavraması” dır.4 Kişinin, kendi hâline bakıp Allah’ın sonsuz nimet sahibi olduğunu idrak etmesi lâzımdır. İnsanın elinde olan son derece eksik ve yetersiz olduğu gibi o da yine Allah’tan gelmektedir. Dolayısıyla sâlik yolculuğunda Allah’ın sonsuz gınasını (zenginlik) düşünüp ona sığınacaktır. Yönünü Allah’a çeviren kanaat hazinesini bulur, mahcup olmaz, yoksun ve yoksul kalmaz. Gerçek manada Allah’ın nimetleriyle perverde olur, en büyük nimet olan marifetullah’a erer.
Bu türâbı umaram nâr-ı âteşde komaya
Yarın anda sâkî-i kevser olıcak Butürâb
Yarın kıyamette Ebu Turab’ın (Hz. Ali), Kevser ırmağının sakisi olduğunda bu toprağı (topraktan yaratılmış) cehennem ateşinde bırakmayacağını umarım.
Rivayete göre kıyamette Kevser’i, Hakk’ın nimetine eren kullarına dağıtacak olan bir lakabı Ebu Turab olan Hz. Ali’dir. İnsan topraktan yaratıldığından şair Hz. Ali’nin bu sıfatını çağrıştıracak bir incelikle Allah’ın kendisini Hz. Ali’nin himmetiyle cehennem ateşinde yakmayacağını umduğunu ifade etmektedir.
Ey Usûlî nevbeti geldiği sâat ögüdür
Nice bin Efrâsiyâbın hirmenin bu âsiyâb
Ey Usûlî, sırası geldiğinde bu değirmen binlerce Efrasiyab’ın harmanını o saat öğütür.
Usûlî derin bir tefekkür ve vecd içinde söylediği gazelini insanın kaçınılmaz sonunu hatırlayıp hatırlatarak bitiriyor: İnsan buğday gibidir, zaman değirmeni vakti saati gelince onu öğütüp ebedî âleme aktaracaktır. Bu öğütmeye en çarpıcı örnek Şeh-nâme’nin ünlü kahramanı Efrasiyab ya da Alper Tonga’dır. Bütün kahramanlık ve haşmetine rağmen eceli gelince o ve onun gibi binlercesi ölüme canlarını teslim etmek zorunda kalmışlardır. Eski şiirimizde sık olarak ömür günleri sayılı buğday tanelerine, dünya da değirmene teşbih edilir. Usûlî, şiirini bir ibret dersiyle bitirerek insanları uyanık olmaya çağırıyor. Ömür süratle geçip gidiyor. Değirmene düşen buğday tanesi gibi sırası geldiğinde öğütülüp gidecektir. Tarih debdebe ve şöhretiyle ün salan insanların hikâyeleriyle doludur. Dünya kimseye kalmamıştır. İnsan bakıp ibret almalıdır.
İlk yorumu siz yazın