“O akıl, akıl olsa gerektir…”

Allah insanlara hak ile bâtılı birbirinden ayırt etmesi ve hak olana iman etmesi için akıl gibi bir cihaz vermiştir ve bu cihazın nasıl kullanılacağını Kur’ân kılavuzu ile öğretmiştir. Hz. İbrahim’in (as), Rabb’ini tanımak için yıldızları, ayı ve güneşi sorguladığı kıssa ki aklın doğru kullanımı hususunda bizlere önemli bir yol göstermektedir:

“Gece basınca bir yıldız gördü. ‘İşte benim Rabb’im’ dedi. Yıldız batınca, ‘Ben batanları sevmem.’ dedi. Ay’ı doğarken görünce, ‘İşte bu benim Rabb’im!’ dedi. Ay batınca, ‘Rabb’im beni doğruya eriştirmeseydi, and olsun ki yoldan sapanlardan olurdum!’ dedi. Güneşi doğarken görünce, ‘İşte bu benim Rabb’im! Bu daha büyük!’ dedi. Güneş batınca, ‘Ey milletim! Doğrusu ben ortak koştuklarınızdan uzağım!’ dedi.”1

Bu kıssadan, öncelikle Hz. İbrahim’in (as) Rabb’inin varlığını sorgulamadığını, kat’î iman ettiği Rabb’ini tanımak amacıyla bir keşif yolculuğuna çıktığını görmekteyiz. Çünkü İbrahim Aleyhisselam Ay’ın onun Rabb’i olmadığını anlayınca “Rabb’im beni doğruya eriştirmeseydi, and olsun ki yoldan sapanlardan olurdum” demişti. O, görmediği Rabb’ine tüm latifeleri ile iman ediyordu ve Rabb’inin ona yol göstermesini arzu ediyordu. Başta Rabb’i olabileceğini düşündüğü yıldızın batıp gittiğini görünce “Ben batıp gidenleri sevmem” diyerek kalbinin ve diğer latifelerinin alâkasını ondan kesmişti. Ve git gide en sonunda Rabb’i ona doğru yolu göstermişti.

Evet, Allah’ın varlığına iman etmek yalnızca aklın istimali ile doğacak bir netice olmayıp akıl ile birlikte kalp, ruh, sır gibi tüm latifelerin aydınlatılması ile olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri “Nazar-ı aklî kendi desâtiriyle çok fakirdir ve dardır. Pek çok hakâika karşı kâsır olur. Kavrayamadığından ‘Hakikat değil!’ der, reddeder.”2 demiştir. Dolayısıyla yalnız aklî melekeleri kullanıp Allah’ın varlığını sorgulamak aklı su-i istimâl etmek olup aklın karışmasına sebep olacaktır. Akıl, iman gibi bir nura kapı açabilecek bir kabiliyetteyken bu şekilde kullanılarak cerbezeye düşer ve insanı şüphe karanlıklarına atar.

Yazar İbrahim Yasir Teğiş’in ‘Sorgulamayı düşünmek’ başlıklı köşe yazısından alıntıladığımız şu cümleler konunun anlaşılmasında bize yardımcı olacak:

“Bizim amacımız Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini vs. sorgulamak değil, onları Allah’ın bize bahşettiği akıl ile düşünüp, kavrayıp, muhakeme ederek yaratılış gayemizi bedenimizin tüm azalarında ve ruhumuzun en derinlerinde hissederek, hakikî imanı elde etmeye çalışmaktır. Akıl, kalp ve ruh bir bütündür. Birini ifrat derecesinde kullanıp, diğerlerini kullanmamak veya az kullanmak hem kendimize hem de Rahmet-i İlahiye’ye zulümdür.”3

Bediüzzaman Hazretleri “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder.”4 der. Dolayısıyla iman hakikatini idrak edebilmek için aklın ikna edilmesi yetersiz kalıp tüm latifelerin dinî ilimlerle nurlanması gerekecektir.

Bediüzzaman Hazretleri, “Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve nakil tearuz ettikleri [çeliştikleri] vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.”5 der ve her aklın nakil denilen vahiy ve sünneti yorumlayamayacağını belirtir. Dolayısıyla akıl, imanî ilimlerin nuruyla nurlandıktan sonra vahiy ve sünnetin hükümlerini idrak edebilecektir.

Rumuz adlı eserde Bediüzzaman Hazretleri bir tatlı su kaynağından örnek verir.6 Tatlı su kaynağından aşağıya doğru inildikçe suyun küçük yollara ayrılmış olduğu görülür. Ve kaynaktan aşağıya doğru inildikçe suya başka maddeler karışır ve kaynaktaki suyun tatlılığı değişir. Bir adam kaynaktan su içer ve o suyun tatlılığını tadar. Sonrasında hangi su yoluna denk gelse ve oradan su içse aldığı küçük bir tat o suyun kaynaktan olduğuna dair ona delil olur. Eğer acı bir tat alsa, suya başka maddeler karışmış olduğunu düşünür ve suyun asıl kaynağını temize çıkarır.

Diğer bir adam ise aşağılarda gezer ve kaynaktaki suyun tadını tatmamıştır. Küçük su yollarındaki suyu tadar ve aldığı en ufak bir acı tat onun şüpheye düşmesine yeter. Kaynaktaki suyun tadını bilmediğinden acı tadın su kaynağından olabileceğini düşünür. Kaynaktaki tatlı suya başka maddelerin karışmış olabileceğini anlayamaz.

İşte, iman gibi bir tatlı su kaynağını tüm latifeleriyle tadan biri için aklın şüpheye düşmesi söz konusu olamaz. Çünkü akıl ancak küçük bir su yoludur ve aklın karışması iman hakikatinin safîliğine zarar vermez. O karışıklık olsa olsa aklın cüz’iyetindendir.

Bu örnekten sonra Bediüzzaman, “Heyhat! Her yerde bürhan ele gelmez.” der. Evet, imanın delilleri ancak tüm latifeler ile hissedilir. Akıl bunun için yetersiz kalır.

Bediüzzaman Hazretleri Lem’alar adlı eserinde iman ilminin delillerini su, hava ve nura benzeterek üçe ayırır. Su hem dokunulur hem de hissedilir bir madde iken hava dokunulmaz ancak hissedilir bir maddedir. Nur ile ilgili ise Bediüzzaman şöyle der: “Nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o Nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle Nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesifi kendine malik ve seyyid kabul etmez.”7

Evet, iman ilminin en yükseği nur gibidir ve akıl onu bütünüyle kavrayamaz. Akıl ancak bir araçtır ve diğer latifeleri harekete geçirir. İnsan, aklını doğru kullanıp hakikat güneşine yol açarsa iman hakikatleri akıl penceresinden girip tüm latifelerini aydınlatacaktır.

Dipnotlar:
1) En’âm Sûresi, 76-78.
2) ESDE, Rumuz, s. 369.
3) Yeni Asya Gazetesi, 14.10.2022.
4) ESDE, Münazarat, s. 178.
5) Muhakemat, s. 22.
6) ESDE, Rumuz, İkinci Sual.
7) Lem’alar, 17. Lem’a, 10. Nota, s. 215.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*