Demokrasi

Atmosfer havayı ifade eder. Demokrasi de dolayısıyla, sosyal ve siyasî ortamı. Hürriyet ve adalet; yani herkese hürriyet, herkese adalet.

Demokrasinin modern tarifi şu: Şiddet unsuru olmaksızın, silah devreye girmeksizin, bireylerin özgür iradeleriyle geleceklerini tayin edebildikleri kurum ve kuralların işlediği rejime demokrasi denir.

İnsaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet’in rejim, sistem gibi belirli bir tercihi yoktur. Zaman olmuş çok adil hükümdarlar başa geçmiş, belli dönemlerde farklı sistemler doğrulukla işletilebilmiştir. Tarih içerisinde ortaya çıkan Arap site yönetim tarzı, Yunan kültüründen ayrı bir ‘demokratik’ şekil üretmiştir. Hilâfet sistemi ile ilk dönem İslâm idaresi bu sistemi kullanarak mümkün olmuştur. Emevî saltanatı bütün Arap geleneğini değiştiriyor. Dinin bütün bunlarla bir derdi yok; çünkü tüm bunlardan din daha yüksek ve soyuttur. Önemli olan iki kriter. Adalet ve Hürriyet.

Bugün, insaniyet-i suğra olan medeniyetin geldiği noktada, demokratik anlayış nötr bir alan üretiyor; ekipler, gruplar, fikirler ekseninde üstünlük yarışı içinde seçim sistemini kuruyor. Buna da dinin yaklaşımı aynıdır; hukuk güvencesi altında hürriyet ve adalet. Bediüzzaman’ın açıklaması da bunu esas alıyor:

“Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun. ‘Allah’tan başka birbirinizi rabler edinmeyin’ nehyinin sırrına mazhar olsun.” (Münazarat)

Biat kültürü denilen Arap idare kültüründen tevarüs uygulamalar diğer yönde gelişen demokratik bir süreci karşılar. Farklı grupların farklı talep ve karşılığında destek anlaşmaları bu şekilde yapılıyor. Haklar ve talepler demokratik bir süreç içinde ittifaklara yol açıyor.

“Sevâd-ı azama ittiba edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı azama dayandığı zaman, lakayd Emevîlik en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik en nihayet az bir kısmı Râfizîliğe dayandı.”

Müslümanların bu kadar ayrı grup ve cemaatlere ayrılmasının sebebi; bir zamanların büyük fikrî aktivitesiydi. Bediüzzaman bu durumun son zamandaki halini: “Âlem-i İslâma gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i meb’usan ve encümen-i şûra nazarıyla bakıyorum.” (Sünuhat) diye ifade ediyordu. Bu gruplaşma ve cemaatleşmelerin bir çatışma üretiyor olması ise modern ve sonrası yöntemlerin ağırlık kazanması, hedefin değil paradigmanın amaç haline gelmiş olmasıdır. Bunda dış tahriklerle birlikte iç dinamiklerin de bozulmasının etkileri vardır. Bütün bunlar eskimiş ve yenilmiş bir medeniyetin beklemekten bozulmuş ve çürümüş insan karakteri üretmesi sonucuna bağlanabilir. Ümitsizlik ve hedefsizlik en büyük bir hastalıktır. Zenginliğin beklenmeyen kaybı, gücün bir anda güçsüzlüğe bırakması akılları ve ahlâkı bozuyor. Zulme maruz kalmanın doğrudan bir göstergesi insanların kendi aralarındaki ilişkilerde çatışmalar üretiyor. Gruplar ve cemaatler anlamsızca ve sebepsizce ayrı grup ve cemaat olmanın yeterli sebep olduğu bir çatışmadan kendilerini ifade edemiyor; belirli olamıyor. Aynı şeyin devletler ve milletler muharebesinden giderek sınıflar çatışmasına yerini bırakması ile insanlık da bir büyük “lanet çemberi” ile sarılıyor. Bunlar genelde büyük medeniyet mirasçılarının kaybedenler oldukları dönemlerinde yaşadıkları bir durum. İslâm âleminin birkaç yüzyıldır maruz kaldıkları durum da bundan ibaret.

Çözüm kendiliğinden ortaya çıkıyor: Yeni bir İslâm medeniyeti… Tıpkı ilk İslâm yükselişindeki özle ikinci yükselişteki biçimi birleştiren bir yeni yöntem… Birincisi doğrudan vahiy ile gelişen ikincisi insanlık mirası üzerine yeni bir yorum içeren süreç…

Demokrasi kavramı da bu şekilde ele alınabilir. Bediüzzaman’ın formüle ettiği şekilde: Meşrutiyet-i meşrua ve hürriyet-i şer’î ekseninde. Bunu “demokrasi” ile bir yere kadar ifade etmek mümkündür.

Gannuşi’ye göre, bugün İslâm dünyasında asıl sorun, demokrasinin varlığı değil, yokluğudur.

İslâm toplumlarının bugün içine düştükleri açmazdan kurtulabilmelerinin tek yolunun demokrasi olduğunu belirten Abdulvahhab el-Efendi’ye göre, “Müslüman topluluklar özgürlüğe ve demokrasiye fazlasıyla öncelik vermeliler ve daha yaratıcı formüller bularak modern ulus-devlet adlı deli gömleğinden kurtulma yoluna gitmeliler. Yıllardır var olagelen ve değişmeye devam eden, insanlara somut faydalar veren demokrasiler, halifelik hakkındaki yüzyıllardır süren bir tartışmanın kurbanı yapılıp göz ardı edilemez. Ve İslâmî kaynaklar (şûrâ, icmâ vs.) üzerinden, demokrasi için dolambaçlı, anlaşılması güç meşrulaştırmalar yapmaya gerek yoktur. Çünkü apaçık gerçek şu ki, demokratik düzen, kıyaslanamayacak ölçüde despotizme, tek adama dayalı ya da kliklere dayalı düzene tercih edilir. Ve demokrasinin dile getirdiği değerler, İslâm ile uyum halindedir. İslâm, asırlardır insanoğlunun benimsediği değerlerden farklı bir söylemle gelmedi. Ve insanoğlunun değerlerine, yeni ya da alışılmadık tanımlar getirmedi.” (Mehmet Ocaktan yazısı)

Etyen Mahçupyan’ın söylediği de bunu bir şekilde gösteriyor:

“Toplumsal alana bakıldığında modern dönemde Batı kısaca normalleşme demek. Krizlerin zapt edilmesini, kuşatılmasını, olabildiğince geniş ve güvenilir bir meşruiyet zemini üzerinde çözülmesini veya kalıcı bir sonuca bağlanmasını ifade ediyor… Modern zamanların Doğu’su ise kısaca kutuplaşma demek. Krizlerin kimlikleşip derinleşmesini, toplumsal ayrışmalar üretmesini, bunlardan beslenmesini, beşerî zeminde büyük kırılmalar yaratmasını ve sonuçta krizin doğal hale gelmesini ifade ediyor…”

Merhum Prof. Teoman Duralı, bir röportajda şöyle söylemişti:

“İslâm’ın şu anki meselesi yeniden kaynaklara dönüş mü yoksa kaynaklardan kopuş mu?

İkisi de kaynaklarını konuşturarak günün şartlarına, sorularına cevap getirmesi gerekiyor. Müslümanlık dünya işlerine doğrudan doğruya müdahale etmez. Müslümanlığı dikkate alarak bir öğreti inşa edilmesi lâzım. İslâmcılığın en büyük hatası, suçu ‘Doğrudan İslâm’a dayanarak dünyaya şekil veriyorum’ demesidir. Yani dini siyasete alet etmek ‘Allah otoritesini kullanarak insanlara çekidüzen veriyorum’ demektir. Dini siyasete alet ettiğinizde son dayanağınız son başvuru merciiniz olan dini mahvediyorsunuz, ayaklar altına alıyorsunuz. Dinden hareketle dinin kaynaklarını kullanarak günün ihtiyaçlarına cevap verecek bir öğretinin kurulması lazım. Bu insan elinden çıkar.

Peki, bu anlamda İslâm’ın aydınlanma çağı yaşandı mı yoksa yaşanmalı mı?

Yaşanmadı, yaşanmalıdır. Biz yaşamadık. Avrupa’da yaşanan da insanlığın iyiliğine yönelik bir aydınlama değildi. Kapitalizmin iyiliğine yönelikti.”

Bediüzzaman’ın: “Âlem-i İslâm ulemasının ortasındaki müdhiş ihtilafata ne dersin ve re’yin nedir?” diye sorulduğunda verdiği cevaptaki “Şeriattan işitiyoruz ki: Re’y-i cumhur budur, fetva bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclisteki re’y, ekseriyetin naziresidir. Re’y-i cumhurdan maada olan akval, eğer hakikat ve mağzdan hâlî ve boş olmazsa istidadatın re’ylerine bırakılır. Tâ herbir istidad, terbiyesine münasib gördüğünü intihab etsin.” kısmı genel demokratik kültürü ifadeye yeterlidir. Bunun içine toplumdaki aşırı talep ve yönelimleri olduğu gibi dinin içindeki farklı yaklaşımları da koyabiliriz.

Şerif Mardin, Demokrasi sistemi, bu çok sayıda insanı politik süreç içinde ne şekilde mezcedeceğini anlatıyor, prensiplerini veriyor, muhtelif şıklarını ortaya koyuyor.

İslâm, siyasî platformun ön kesitinde bulunan bu çok sayıda insanî hangi idarî prensiplerle bir ilişki içine getirebilir? İdarecilerle idare edilenler arasındaki sistem İslâm tarafından nasıl görülüyor?

“Şimdiye kadar hiçbir İslâmî sistemin, idare edenlerle edilenler arasında sağlam bir köprü kurmaya yönelik bir programı olduğunu görmedim” diyor Mardin.

“Demokrasi bir bakıma, idare edenlerle edilenler arasında bir sistem, bir köprüdür. Bu köprünün kurulması, ancak bazı insan haklarının bir doküman içine konması, bunun yanında insanların iktisadî sistem içine mezcedilmesi ve onlara siyasî sistem içinde yer verilmesiyle olabilir. Modern zamanlarda bir topluluğun doğru dürüst çalışabilmesi için bazı insan haklarının çok açık olarak ortaya konması gerekir, bir insan hakları şartı olması gerekir. İslâm, kendi içinden çok zengin tefsirler çıkarabilecek olan bir temel teşkil ediyor. Bu temelin üzerinde çalışan kimseler var. Mesela Paris’te Muhammed Arkun. Şuna işaret etmek istiyorum: Bu temel üzerindeki ince, bilimsel ve İslâmı bilerek yapılan çalışmaların daha çok yerde yapılmasını ümit ederim ki uzun vadede böyle bir İslâmî model ortaya çıksın.”

Şunu kabul etmek gerekir; demokrasi bir talep değil kendinden gösterebileceğin bir şeydir. Demokrasi talep etmek karşıya bir beklenti göndermektir. Halbuki demokrasi talebi kişinin iç dünyasının bir yansıması olarak ortaya çıkar zaten… Aksi halde görülüyor ki en çok demokrasi isteyenler kendileri uzak olanlardır. Yani demokrasi istenen değil üretilen bir şeydir. Yani demokratik talep afâkî olsa da demokrasi enfüsîdir. Öteki içinde demokrasiyi tanımlamakla afâkî unsurlarını ancak ele alabiliriz ki bu sistemi üretir. Ancak demokrasiyi öteki içinde ötelemekle enfüsî karşılıkları bulunamayacağından eksik ve aksak kalır. Dolayısıyla muhalefet değil de iktidar demokratik seviyeyi gösterir. Muhalefet demokratik talebi; iktidar demokratik görünümü ifade eder.

Sonuç olarak:
“Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref’-i imtiyaz lâzım. Tâ ki biri bir imtiyaz ile, başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın.” (Tarihçe-i Hayat)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*