Yarım kalmış hikâye yoktur dostum!

Yol ve yolcular vardır sadece.. Ve sorular ve cevapları! Olan olmuş, yaşanan yaşanmış, giden gitmiş, biten bitmiştir.

Hayat, yalnızlık ve gurbet yolculuğuydu bir bakıma! Ömür dediğimiz; bu mekândan başka mekâna, bu şehirden başka şehre, bu dünyadan başka âlemlere… hasılı “fânî dostlardan hakikî dosta” hicret değil miydi?

Elde kalanlar ise; üç-beş hatıra kırıntısıydı belki. Gördüğü her şey, tanıdığı herkes insanda heyecan uyandırıyor, kaybetmek istemiyordu. Görünenin arkasında gizleneni, görünmeyeni bulmak, ele geçirmek, yaşamak, kendine katmak istiyordu. Hasılı ayrılığı değil, ebedi istiyordu insan.

SINAV GÜZERGÂHINDA YALNIZ YOLCU

Her insan, kendi güzeran-ı hayatını yazıyor; her can, kendi musalla taşına yürüyordu. Her âdem kendi şiirini, kendi hayatını, insanî mahiyetin gereğini yazıyor, renklerini boyuyordu kısacık ömründe.

Yolculuk süresince, hayatımıza birçok kimseler dokunduğu gibi; biz de başkaların hayatına dokunuyoruz. Bir süre sevdiklerimizle yan yana yürüyoruz. Hep mutlu olmak istiyoruz. Ancak dünyada hiç bir şey ebedî değil, zıtlar iç içe ve değişken. Mesele farklı şeyler görmekten ziyade; şeyleri farklı görebilmekti! Dünyaya geliş sırrını çözebilmekti!

ÇIKMAZ SOKAK DEĞİL

Kimse kimsenin çıkmaz sokağı değilmiş aslında, yalnızca imtihan sorusuymuş. Mesleği, eşi dostu, çocukları, sevdikleri sevmedikleri…

Allah hiç kimseyi boşu boşuna karşımıza çıkarmıyor. Her insan, her hadise bize bir şeyler öğretiyor, tecrübe kazandırıyor. Kendimizi tanımamıza yardım ediyor. Ebedî hayatımıza katkı sağlıyor.

Bir süreliğine olsa da; bizi mutlu ediyor veya üzüyor, canımızı sıkıyor.

“Acıya karşı en korunmasız olduğumuz zaman, sevdiğimiz zaman”mış. “Keşke tanımasaydım, sevmeseydim” demek durumu değiştirmiyor.

AYRILIK VE UNUTMAK

Hayatımıza dokunanlar, bir ömür boyu kalmak için girmiyor. Kimileri bir durak, kimileri beş durak sonra ayrılıyor. Sonra karşımıza bir kavşak çıkıyor. Orada veya bir sonrakinde ayrılık mukadder oluyor.

Yıllar sonra başka bir kavşakta karşılaşmak gibi, kaderin hoş bir sürprizi olabilir. Ancak radyodaki şarkı bitmiş, aylar ve yıllar geçip gitmiştir. Yeni bir hikâyedir başlayan, yarım kalan hikâyenin devamı  değil… Sonra yeni insanlar, yeni sorular…

Acı verse de; bu gerçeği kabullenmek, yaşananları, olanı biteni usulünce “arşive kaldırmak” gerekiyormuş. Yoksa; usulüne göre gömülmeyen her şey sonradan hortluyormuş dostum. Her ne kadar, en büyük sorunlarımızdan biri unut/a/ma/mak olsa bile!

Ancak; “Hayat böyle bu gemide/ Eskiler yiter yenide/ Beni değil kendini de/ Unutursun Mihribanım” diyen şair, birazcık haklı sanki! Belki de alışıyoruz ayrılığa. İnsan bazı şeyleri unutamazmış ama alışırmış!

“Belki de; her şeyi kabullenip hayatı akışına bırakmak lazım. Zorlamak bazen çözüm değildir. Ve zorla olan hiçbir şey güzel değildir” diyen Tolstoy’a kulak vermek lazım!

GÖZÜMÜZ ÖNÜNDE MEZARLIK

“Keşke tanımasaydım” yerine; “iyi ki tanımışım, iyi ki kısa süre de olsa hayatıma girmiş” diyebilelim giden dostlarımıza, sevdiklerimize.

Ufak tefek hatalara, kırgınlık ve küskünlüğe takılıp kalmayalım. Yıllar sonra yaptıklarımız kadar; yap/a/madıklarımızdan dolayı da pişman olabiliriz.

Hayatın ve sevdiklerimizin kıymetini bilmek için illâ ayrılık ve göç zamanını beklemeyelim. Çünkü gittikten ve öldükten sonra kimse bizden çiçek istemez artık!

Evet; hayat bir yolculuk, insan bir yolcu! Kimse bu yolculuğun süresini, ara ve son duraklarını bilmiyor. Kimse dünyada sonsuza kadar kalmıyor.

Oğuz Atay’a göre, “Mezarlıklar  gözümüzün önünde bulunmalı. Evimizin bahçesinde, sokağın köşesinde tek mezarlar yer almalı. Çünkü bu dünya geçicidir. Her şey geçicidir.”

Hayatı anlamlı kılan belki de, geçici olması değil mi? Zaten kalabalıklar içinde yalnız değil miyiz bir bakıma?

YALNIZ VE DAKİKACIK HAYATLAR

Yalnızların içinde, okyanuslar kadar derin karanlıklar varmış. Bir yağmura benzer yalnızlık…/ kentin üstüne yağar göklerden…

Diyen ve ömrünü “ölümün anlamını kavramaya, onu hayata eklemeye” harcayan, arayışlar ve yalnızlıklar şairi Rilke’ye bir merhaba diyelim.

“Ahlâkı bozulmuş bir toplumda yalnızlık şifadır” diyen Hz. Ali’ye de rahmet olsun. Ve yalnız bilge Hz. Bediüzzaman’a…

“Hayat zannettiğimiz hâlât, yalnız bulunduğumuz dakikacıkmış” meğer. Esefli bir hayal ve hasretli bir rüya imiş yaşadıklarımız!..

“Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider”miş.

O’NDAN O’NA

Yarım kalan hikâye olmadığı gibi, erken gelen ölüm de yokmuş dostum! Çünkü her şey bir plan dahilinde işliyormuş.

İbni Arabî’nin deyimiyle: “Zaman ilerlese de hakikat hep aynıymış. Çünkü insan ‘İnna Lillah’ dan başlayıp, ‘İnna ileyhi raci’un’a giden bir yolcuymuş.” Evet, gerçek bu, sadece bu!

Hepimiz dar kapılardan, yalnız ve teker teker geçiyorduk.

Yalnız yaşıyor, yalnız ölüyorduk. Sonunda yaptıklarımızın hesabını, yalnız olarak veriyorduk  Allah’a. -rahmetini umarak-

Ve O’ndan gelmiştik, yine O’na dönüyorduk!

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*