İslâm’ı dünyaya hâkim kılmak

Hedef…

İnsana has bir hâl ve haslettir bu. Emel, maksat, amaç, gaye, ideal, meram mânâlarını muhtevîdir. Hedef-i âmâl, hayat hedefi gibi nihaî noktaları da vardır. Atalar “Hedefi olmayan heder olur” dediklerine göre her insanın ulaşacak bir nihaî emelinin, gayesinin, hayat hedefinin olması elzemdir.

Hedef denince ekseriyetle gençler ve yetişkinler akla gelir. Bunun sebebi, insanın hedefini gençliğinde veya olgunluk yıllarında seçtiği zannıdır. Hayatın o safhalarında da hedef seçilebilir ama o hedefler basittir, sathîdir, geçicidir. Ulaşmak için gayret gerekse de uğruna hayat harcamaya değmez.

Zîra insan için asıl hedef, çocukluk yıllarında seçilen emel, gaye, maksat ve ulaşılmak istenilen yerler, hayata mâl edilmeye çalışılan değerlerdir. Uğrunda zaman ve emek harcanan hedefler, ekseriyetle o yıllarda seçilenlerdir. Bir insan ne kadar küçük yaşta büyük hedef seçerse, o kadar büyük insan olur.

Lâkin bu hedefin tayini, tercihi çocuğun kendi başına verebileceği bir karar değildir. Ancak aile büyüklerinin itinası, gayreti ve zemin hazırlaması sayesinde yapabileceği bir tekâmül mertebesidir. Bunun için ailenin de büyük insanlar yetiştirme hedefinin olması gerekir.

Çocuğun büyük hedef seçmesinde, ailesinin yanı sıra içinde yaşadığı cemiyetin de tesiri vardır. Cemiyeti meydana getiren insanlar, her çocuğu kendi evlâdı gibi görüp ona göre hareket ederek örnek oldukları takdirde o cemiyet içinde yetişen çocuklar büyük hayat hedefleri seçebilirler.

Bunun en güzel örneği Bediüzzaman Said Nursî’dir.

Onun hayatında ilk hedef seçme temayülü, takriben dokuz on yaşlarında Peygamber Efendimizi (asm) rüyasında gördüğü zaman tezahür etmiştir. Gittiği medresede aradığı ilgiyi ve ilmî seviyeyi bulamayıp evine döndüğünde, Allah’a iltica edip ilm-i ledün sultanından istimdat istemiş olmalı ki Peygamber Efendimizi (asm) rüyasında görmüştür.

Rüyasında Peygamberimizi (asm) gören insanların şefaat dilemeleri muteberken, onun ilim istemesi, Peygamber Efendimizin de (asm) kendisine İlm-i Kur’ân’ın verileceğini müjdelemesi, onun Kur’ân ilmi ile dine, imana, İslâm’a, insanlığa hizmet etme hedefinin neticesidir.

Büyük hedeflere kolay ulaşılmaz, kolay ulaşılanlar da büyük hedef olmaz.

O zamanki lâkabı ile Meşhur Molla Said’in çocukluk yılları, seçtiği büyük ve ulvî hedefe ulaşmak için karşısına çıkan tabiî, maddî, içtimaî zorlukları yenme; önüne konulmak istenen beşerî, siyasî, mahallî engelleri aşma mücadelesi içinde geçmiştir.

Bitlis’te, Mardin’de, Siirt’te ve diğer şark vilayetlerinde yaşadığı fevkalâde hâller, kazandığı ilmî münazaralar; dinî, ilmî, içtimaî hususlarda gösterdiği başarılar neticesinde hocalarından “Bediüzzaman” unvanını alarak valinin daveti üzerine Van’a geldiğinde artık o, seçtiği hayat hedefine doğru kararlılıkla gidecek bir gençtir.

“Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim.”

Bediüzzaman; İngilizlerin Kur’ân’ı hedef alan ve Müslümanları Kur’ân’dan soğutma maksadı taşıyan sözlerini öğrendiği zaman, çocukluk yıllarında mânevî bir mazhariyetle seçtiği hedefini mezkûr ifadelerle dile getirmiş ve hemen harekete geçmiştir.

“Akdamar Adası’nı bana verseler, on senede elli talebe yetiştirsem, İslâm’ı dünyaya hâkim kılarım.”

Bediüzzaman hayat hedefini bu beliğ ve veciz cümle ile ifade etmiştir. Büyük bir hedefte olması gereken mekân, zaman, insan unsurlarını da içine alan bu hedef, rastgele veya telkinle, tesirle, tahrikle değil; bilerek, şuurla, kast-ı mahsusla, isabetle seçilmiştir.

Mezkûr cümle, Bediüzzaman Said Nursî’nin gaye-i maksat yaptığı nihaî hedefe doğru giderken kendisini maksadına yaklaştıracak, emeline ulaştıracak, idealine eriştirecek, hedefine yükseltecek olan merhale mahiyetindeki alt veya yan hedefleri de ihtiva eder.

Bediüzzaman’ın hayat hedefi, İslâm’ı dünyaya hâkim kılmaktır. Bu hedef; âlim de olsa, âmir de olsa, hattâ allâmele-i cihan da olsa, bir insanın tek başına yapacağı hamlelerle ulaşabileceği bir netice değildir. Öyle bir hedefe bir devlet de değil, devletler topluluğu maddî, mânevî, içtimaî, askerî bütün gücü ile yıllarca çalışarak ancak ulaşabilir.

Onun için Bediüzzaman Hazretleri de mezkûr hedefine ulaşabilmek için önüne çeşitli merhaleler koymuş, devletten yardım ve destek alma ihtiyacı hissetmiştir. Akdamar Adası gibi sakin, müferrah, güzel bir mekânda on senede elli talebe yetiştirme, Kur’ân-ı Kerim’i altmış cilt hâlinde tefsir etme, din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı Medresetü’z-Zehra’yı tesis etme, o nihaî hedefe giden merhalelerdir.

Bediüzzaman, Akdamar Adası’nda değilse bile kendisinin açtığı Horhor Medresesi’nde talebe yetiştirmeye ve Kur’ân’ı tefsir etmeye başlamıştır. Yeni bir eğitim projesi olan ve o zamana kadar örneği görülmeyen Medresetü’z-Zehra’yı devlete mâletmek maksadı ile Sultan II. Abdülhamid ile görüşmek için İstanbul’a gelmişse de görüşememiştir.

Onun bu teşebbüsü de oldukça manidardır. Zira medrese ve tekkelerin yetersiz kaldığını düşünen Abdulhamid’in, yeni bir eğitim modeli getirmek maksadı ile Batı menşeli mektepleri kurmaya çalıştığı bir zamanda; Bediüzzaman kendisinin geliştirdiği eğitim sistemini ona anlatmak istemişti. Şayet o görüşme yapılsa, Medresetü’z- Zehra devletin eli ve imkânları ile faaliyete geçseydi muhtemelen tarihin akışı değişirdi.

Bediüzzaman, İstanbul’da kastî engellerle karşılaşsa da hedefinden vazgeçmemiş, ikinci teşebbüsünde Sultan Reşad’la görüşüp tahsisat alarak şehrin dışında Van Gölü kıyısında, Akdamar Adası’nın karşısında medresesinin temelini atmış lâkin 1. Dünya Harbi’ne giren devlet tahsisatı kestiği için teşebbüs gerçekleşmemiştir.

O yine de hedefinden vazgeçmemiştir. Savaş sırasında cephede, top gülleleri arasında, at sırtında Kur’ân tefsiri olan İşârâtü’l-İ’caz adlı eserini telif etmesi, hedefine ulaşmaktaki kararlılığının tezahürüdür. Fakat savaşta yaralanıp esir düşerek Kosturma’daki esir kampına götürülmesi üzerine hayat hedefine doğru giden o merhale de yarım kalmıştır.

Bu hâl ve hadiseler, Bediüzzaman’ın hayatının Eski Said safhasında büyük bir hedef seçtiğini, hedefine ulaşmak için güçlü hamleler yaptığını ama zamanın siyasî, içtimaî, iktisadî şartları yüzünden hedefini gerçekleştiremediğini göstermektedir.

***

“Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır!”

Bu ifade; onun ‘Münevver, emsalini dünyada görmediğim Selef-i Salihînden ve a’sârın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis gördüm’ diye tarif ettiği muhteşem meclisin, ‘felâket ve helâket asrının adamı’ dediği Bediüzzaman’a hitabıdır.

Bu hitapta ümit, müjde, vazife ve hedef iç içedir. “Mukadderât-ı İslâm için teşekkül eden mânevî meclis” sorulan sorulara onun verdiği cevaplardan mutmain olmuş, ümitlenmiş, “istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadânın, İslâm’ın sadâsı olacağı”nı müjdelemiş, hedef göstermiş, o hedefi gerçekleştirme vazifesini de ona vermiştir.

Bediüzzaman Said Nursî, o zamana kadar yaşadığı hadiselerin neticesinde, takip ettiği siyasî mücadele tarzının kendisini hayat hedefine ulaştırmayacağını anlamıştır. Tağutların zuhur etmesini, şeair-i İslâmiye ve içtimaiye üzerinde tağutî tahribatın başlamasını da nazara alarak zamanın şartlarına uygun yeni bir mücadele tarzının arayışına girmiştir.

“O zamana yetiştiğinizde siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez. Ancak mânevî kılıç hükmünde i’câz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.”

İslâm’ın sadâsını gür bir şekilde yükseltmek için bu mealdeki hadis-i şerifi düstur ittihaz etmiş, bu zamanda mânevî cihadın ancak Kur’ân’ın i’cazı ile olacağını anlamış ve hayat hedefine mütenasip olan bu yeni merhaleyi geçekleştirme cihetine gitmiştir.

“Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur.”

Kendisinin ifade ettiği bu kaide mucibince, mühim ve büyük hedefine yaklaştıkça muzır maniler artmıştır. Ama o yılmamıştır. Hedefe giden güzergâhta önüne konan sürgün engelleri aşmış, hapishane zorluklarını yenmiş, zehirlenme tuzaklardan geçmiş, mahrumiyet diyarı olan Barla’yı, cihana müteveccih Kur’ânî bir hitap kürsüsü hâline getirmiştir.

Barla’da ve Isparta’da ağır sürgün şartlarına rağmen, takriben on sene içinde yetiştirdiği elli kadar talebesi ile Risale-i Nur Külliyatı’nın imanî eserlerini telif etmiş, “Mânevî Medresetü’z-Zehra”yı Nur medreseleri şeklinde açmış ve hayatının Eski Said safhasının, merhale mahiyetindeki hedeflerini daha da geliştirerek gerçekleştirmiştir. Bu aynı zamanda Yeni Said’in hedeflerinin de gerçekleşmesi demektir.

Zîra, Risâle-i Nur, İslâm’ın en yüksek gür sadâsıdır.

***

Zaman cemaat zamanıdır.

Bediüzzaman Said Nursî, hayatının Üçüncü Said safhasında bu içtihadla başlamıştır İslâm’ı dünyaya hâkim kılma hedefinin son merhalesine. Çünkü “Bu asrı ve gelen istikbali tenvir edebilir bir mucize-i Kur’âniye olan Risâletü’n-Nur’un” kıyamete kadar zamanı tenvire devam etmesi ancak “insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin” sahiplenmesi ile mümkündür.

Said Nursî bu maksatla gittiği her yerde Risâle-i Nur’un telifi ile birlikte Nur cemaatinin teşekkülünü de sağlamıştır. Önceleri mahallî ve mevziî olan bu cemaatler arasında, hayatının Üçüncü Said safhasında yazdığı lâhikalarla irtibatı sağlamış ve Nur cemaatini teşekkül ettirmiştir.

Onun, “Nur şakirdlerinin şahs-ı mânevîsi” dediği Nur cemaati, Risâle-i Nur’un mânevî şahsiyetine mütenasip hareket ederek vatan sathında açtığı Nur medreseleri ile önce memleketi bir medrese hâline getirmiş, ardından da dünyaya yayılmaya başlamıştır.

Bediüzzaman hayatta iken Arabistan’dan Avrupa’ya, Asya’dan Afrika’ya, Kore’den Amerika’ya, Pakistan’dan Mısır’a, Belde-i Mukaddeseden Vatikan’a, İslâm âleminden Hıristiyan dünyasına, “Din-i hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli cemiyetine, rûy-u zeminin kıtalarına, hükümetleri”ne varıncaya kadar dünyanın hemen her yerine Nur Risâlelerini göndermiştir.

Ayrıca bin dokuz yüz elli dört yılında dünyadaki elli dört ülkenin dinî mercilerine, posta ile Risâle-i Nurları göndermesi, talebelerinin oralara giderek Nur medreseleri açmalarını teşvik etmesi onun İslâm’ı dünyaya hâkim kılma hedefinin tezahürüdür.

“Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”

Bediüzzaman’ın böyle tarif ettiği Nur Talebeleri; Risâle-i Nurları Arapça, İngilizce, Fransızca, Almanca gibi büyük dillerin yanı sıra dünyanın ekser mahallî ve etnik dillerine de tercüme ettirerek bütün beşeriyetin istifade etmesinin zeminini hazırlamışlardır.

Bediüzzaman’ın başlattığı beynelmilel intişar ve tenevvür hızla devam etmektedir. Bugün dünyanın, medresesi, neşriyatı, dinî, içtimaî faaliyeti ile Risâle-i Nur hizmeti olmayan devleti ve büyük yerleşim merkezi yok gibidir. Olanlarda da olmayanlarda da yeni hizmet merkezleri açılmakta, her gün her milletten milyonlar Risâle-i Nurları okumaktadır.

Nur Talebeleri Bediüzzaman Hazretlerinin radyonun “bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeye vesile olacağı” tebşirini gerçekleştirme çabası içindedirler. “Teknoloji Çağı” olarak adlandırılan bu zamanda açtıkları yüzlerce radyo, televizyon kanalı, binlerce internet sitesi, sesli, görüntülü neşriyat sahaları, nazarî sohbet mecraları ve cihanşümûl Risâle-i Nur dersleri ile teknolojinin bütün imkânlarını kullanarak Risâle-i Nurların âleme intişarını sağlamaktadırlar.

Teknoloji geliştikçe bu intişar hızlanacak, tenevvür umumîleşecek ve Bediüzzaman’ın İslâm’ı dünyaya hâkim kılma hedefi, fiilî ve siyasî sahada olmasa bile maddî, mânevî sahada sevgi ve saygı cihetiyle gerçekleşecektir. Zîra bunun müjdesini de yine o vermiştir:

“Akıl, ilim ve fennin hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.”

İnşaallah!..

Not: Bu yazıda; Risâle-i Nur lûgatinde bulunsa da günümüzde pek kullanılmayan mânâca zengin bazı kelimeleri kullanarak o muazzam lûgate dikkat çekmeyi “hedef” ittihaz ettim. Genç yazarların yazılarında Risale-i Nur’un lûgatindeki kelimeleri kullandıklarını görürsem hedefime ulaşmanın mutluluğunu hissedeceğim.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*