Dervişin teselli koleksiyonu

Zâhid değilim, zühdü de çok iyi bildiğim söylenemez. Bununla birlikte bu kitap bana ilk dönem zühd hareketlerinin bir ferdi olmak arzusunu verdi. Kitaptaki fikir deryası ehl-i suffa ile oturdum, dertleştim. Kitap söyledi, ben “sadakte” dedim.

Popüler kitaplara pek ısınamıyorum. O popülaritenin tüketici hazzı beni yoruyor ve abartıcılığını bayağı buluyorum. Bu yüzden de bazı ‘mükemmel’ kitapları çok geç okuyorum. Fakat bu kitabı arkadaşım teselliye ihtiyaç duyduğum bir anda hediye edince, öyle yıllarca ertelemeyip okudum. Sonra sizinle de paylaşmak istedim.

Kitap birkaç -çoğu zaman iki- sayfalık kısımlardan oluşuyor. Her başlık başka bir teselli konusu. Aslında kitapta geçen her başlık, her acı çeken insanın düşünüp de bulabileceği başlıklar. Fakat o acı esnasında bazen düşünemiyor olabiliyoruz. Hani Hadis-i Şerif’te bilmana der; “Kadere iman, musibetin ilk isabet ettiği andır.” İşte aynen bunun gibi, o an bunları düşünmek o kadar zor ki insanın tek düşünebildiği kalbindeki acı olur, ruhundaki sıkışmışlık. O yüzden bu kitap bende biraz daha musibetin ilk isabet ettiği anda kullanılacak “düşünme kılavuzu” hissiyatını oluşturdu. Yani “Hikmeti düşünmek şu an çok zor ama gel, elele verip beraber düşünelim” diyen bir kitap oldu.

Hele ki risaleden örneklerle fikrini desteklemesi şahsen benim için okumayı daha keyifli hale getirdi. Sadece tasavvufî düşünürlerin değil; edebiyatçıların, felsefecilerin, sosyologların da değerlendirmelerini alarak yorumlanması da ayrı bir övülen yanı. Kıskandım doğrusu acılarını bu kadar güzel tarif eden, böylesine çok yazarın olmasını. Musibete düçar olduğum ilk zamanlar kalbimdeki acıyı tarif etmek benim için çok zordu. Fakat bu kitabı okuduktan sonra kalpteki/ruhtaki acıları tarif etmenin hiç de o kadar zor olmadığını görmüş oldum. Bu acılarla Allah’ın (cc) bana vermek istediği mesajın ne olduğunu anlama çabası zaten hali hazırda bende vardı. Fakat bende olmayan şeyin “acımı sevmek” olduğunu gördüm. Hani şair diyor ya “kahrın da hoş, lütfun da;” işte tam o “kahrın da hoş” kısmının hoş hissiyatını en derinlerimde hissettim. “Hoştur bana Senden gelen” dedim bir an-ı seyyalede. O anın verdiği kalbimdeki hoşluk, huşu içinde ibadetten sonra hazin hazin ağlamanın verdiği hoşluk gibi desem abartmış olmam. Hattâ belki de daha mukavemetli bir hoşluk.

Acı çekmek özgürlük müdür, değil midir bilmem. Ama acı çekmenin tatlı ve kıymetli bir şey olduğunu bir kez daha anlamış oldum. Acılarınızı okuyabildiğiniz, sarmalayıp kucaklayabildiğiniz anlarınız olsun. Selam ve dua ile…

Altını çizdiklerim

Montaigne der ki: “İnsan, etrafında olup bitenlerden daha çok, olup bitenlerle ilgili kendi görüşlerinden etkilenir.”

* * *

Acımızı arttıran, acıya karşı dayanma gücümüzü azaltan, ıstıraplarımızın ateşini yükselten eski mutluluklarımızla yaptığımız kıyaslardır.

* * *

Mevlana Hazretleri şöyle buyurur: “Dert nerede ise deva oraya gider. Yoksulluk nerede ise nimet oraya gider. Soru nerede ise cevap oraya gönderilir. Gemi nerede ise su oradadır. Suyu bulmak istiyorsan susuzluğu elde et ki, sular fışkırmaya başlasın.”

* * *

Geçmiş ve geleceğin okyanusunda kürek çekebilen bir ruh, “şimdi”nin dar ve “burada”nın kısıtlı alanında, bütün zorlukların en bunaltıcı yanlarını üstlenmekten kurtulmuş olur. Baudelaire, “Her nerede değilsem, orada mutlu olacakmışım gibi gelir” derken yanılmıyor olmalı.

* * *

Manevî yeteneklerin pratiği ise insanın iç özelliklerinin ortaya çıkarılması ve o özelliklerin “doğru” ve “yanlış” kararsızlığının sona erdirilmesidir.

* * *

İbadetler, günahlardan kaçınma ve musibetlere tahammül etmek için verilmiş olan sabır kuvveti, şayet bu konularda kullanılmıyorsa, kişinin elinden İlâhî bir tasarrufla alınacaktır. Kullanılmayan maddî organlarımızın körelmesi gibi, işletilmeyen manevî yeteneklerimiz de heba olup gidecektir.

* * *

Bir ormanda hiç ağaç olmasın diye düşünebiliriz ancak bu durumda oraya “orman” deme hakkımız kalmaz. Bütün eksiklikleri, acıları ve kederleriyle dünya yaşamı, “dünya yaşamı” olarak en iyi versiyondadır.

* * *

John Berger, Hoşbeş’te der ki; “Kelime dağarcığımız çok fakir olduğu için hayatta başımıza gelen pek çok şey tanımsız kalır.”

* * *

Kader, manevî yolculuklarında yavaş gidenleri musibetler aracılığıyla hızlandırmaktadır.

* * *

Evet, musibetlerle kâmiller arasında birbirini besleyen iki türlü ilişki vardır. Kâmil insanların musibetleri büyük olur, büyük musibetler de insanın kemâlâtını artırır.

* * *

Gerçek imana sahip olan insan, belalarla çepeçevre bir hayat dahi yaşasa mutludur. Yeter ki, Rabbinin onunla birlikte olduğunu, her şeyin Onun emrinde, gözetiminde ve tasarrufunda bulunduğunu bilebilsin.

* * *

Bir yere takılıp düştüğümüzde, buna bir musibet deriz de orada takılıp düşmekle biraz ilerde büyük bir tehlikeden kurtulmuş olma ihtimalini akla getirmeyiz.

* * *

“Matisse bir zamanlar bir santimetrekare mavi ile aynı mavinin bir metrekaresinin aynı şey olmadığını söylemişti. Alanın yaygınlığı tonu değiştirir. Aynı şekilde, mavi bir daire, aynı maviden bir kareyle aynı renk değildir. Sınırların şekli de tonu değiştirir.” İşte aynı tarz ve ağırlıktaki musibetler de kendisine ulaşan insanların fıtratlarındaki farklılıklara ve konuya yaklaşımlarındaki çeşitliliklere göre mahiyet değişikliğine uğrayacak ve farklı tonlara erişecektir.

* * *

Tanpınar’ın Huzur’da söylediği gibi, “Kim bilir? Bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil, arkasında durduğumuz içindir.”

* * *

İmam Gazâlî’ye göre sabrın fazilet bakımından en alt derecesi, yaşadığı güç durumdan memnun olmasa da şikâyet etmemek; bundan daha faziletlisi, içinde bulunduğu durumdan razı olmak; ondan da faziletlisi belâya şükretmektir.

* * *

Dar bakışın en mühim sebeplerinden biri; olaylara ve eşyaya nefsin penceresinden bakılıyor olmasıdır. Nefsin hoşuna gitmeyen şey ‘çirkin, kötü veya şer’ etiketlerini hak etmiş olmaz.

* * *

İnsan musibet karşısında yaşadığı kalp itminanını görmezden gelmekte ve nefsin feryadına kulak vermektedir. Çünkü itminan sessiz, feryat gürültülüdür.

* * *

“Her ruh kendi acısının taşıyıcısı olarak bizatihi sanatkârdır…” (Hegel)

* * *

“Acı çekmek bu dünyanın olumlu bir unsurudur, hattâ bu dünya ile olumluluk arasındaki tek bağlantıdır.” (Kafka)

* * *

Uykunun lezzetini onu bölen aksiliklerde bulan romancı Marcel Proust şunları söylüyor: “Yatağa girdiği gibi uykuya dalan ve uyanacağı ana kadar yaşamı askıya alan bir insanın, değil uyku hakkında büyük keşifler yapması, küçük gözlemlerde bulunması bile imkânsızdır. Hattâ o, neredeyse hiçbir zaman uyuduğunun farkına varamaz. Uykuyu bölen ufak bir aksilik, değerini bilmediğimiz uykunun kıymetini anlamamızı, onun tadına varmamızı, karanlığı bir ışık demetiyle aydınlatmamızı sağlar.”

* * *

Anaksagoras’a göre bir benzer başka bir benzeri algılayamaz, aynı olan şeyler birbirini idrak edemez. Algı, karşıtların meydana getirdiği uyarımın bir sonucudur.

* * *

“Acı çekmeyi reddediyor, kendi acına bir saat bile katlanamıyorsan, çekebileceğin bütün sıkıntıları önlemeye çalışıyorsan; acıyı, hoşnutsuzluğu nefret edilecek, kötücül, yok edilmesi gereken şeyler olarak algılıyor, bunları yaşamın kusurları gibi görüyorsan, o zaman rahatlık dinine inanıyorsun demektir. Siz rahatlık düşkünleri, insan mutluluğuyla ilgili ne az şey bilirsiniz! Mutluluk, mutsuzluğun kardeşi, hattâ ikizidir. Bu ikisi ya bir arada büyür ya da sizin yaşantınızda olduğu gibi hiç büyümez; hep küçük kalır.”

* * *

Günahlar, imandaki bir boşluğun dışa vurumu ve manevî hastalıkların göstergesidir. Günahlar, içimizdeki kaymaları dışa vururlar. Günahlar ruh ve kalpteki boşluklardan veya manevî hastalıkların varlığından destek alarak açığa çıkarlar.

* * *

Nehrecûrî’ye göre kul, Allah’a yakınlığın yani kurbiyetin hakikatine tam olarak ulaştığında, onun nazarında belâlar nimet, rahatlık ise musibet halini alacaktır.

1 Yorum

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*