Mükemmelliyetçilik

Bir işi, kimsenin yanlış bulamayacağı kadar kusursuz yapmak isteyen insan, hiçbir şey yapamaz.
H. Newman

Her insan, yaptığı işin mükemmel olmasını arzu eder. Fıtratın güzele olan eğilimi, böyle bir arzuyu tetikler. Gerçekten etrafımıza şöyle bir baktığımızda, herkesin hayatını bir mükemmelliğin kıyısına yanaştırmakla meşgul olduğunu görürüz.

Bir bebeğin titrek ayaklarıyla haftalarca yürüyüş denemeleri yapmasında, bir sporcunun daha iyi bir performans için benzer hareketleri pek çok kez tekrarlamasında, bir hattatın daha iyi çizebilmek için aynı figürü defalarca kâğıda aktarmasında, bir yazarın daha iyi bir tasvir için tekrar tekrar yazmasında hep mükemmellik arayışının izleri vardır.

Aslına bakarsanız, deneyip yanılarak “daha iyi”ye doğru yürüme çabası, Allah’ın insanoğlu için tayin ettiği fıtrî gelişim formülüdür. Gelişim ve terakki böyle olur. Ancak kişi fıtrata aykırı bir biçimde yaptığı bir işi ilk yapışta mükemmel yapmayı takıntı haline getirirse, sorunlu bir yola girmiş olur.

Gerçekten de “mükemmeliyetçi,” yaptığı işi ilk seferinde mükemmel yapmak isteyen kişidir. Hata ve eksikler, ona göre “daha iyi”ye götüren denemeler değil, büyük bir beceriksizliğin somutlaşmış hâlidir. Tam da bu nedenle, mükemmeliyetçi kişiler bir işe girişmede son derece çekingen davrandıkları gibi, sonunu getirmekte de güçlük çekerler.

Meselâ, mükemmeliyetçi bir yazar için masanın başına oturmak neredeyse işkencedir. Çünkü yazdığı her cümlenin mükemmel olması gerekmektedir. Kafasında böyle bir ön kabul taşır. Bu nedenle, elini kalemden çok, silgiye uzatır. Yazmaktan çok sildiği için de, hiçbir şey üretemez. Yorgun ve bezgin bir şekilde masadan kalkar.

Aşırı hata yapma korkusu

İşte bu, mutsuzluk ve depresyona davetiye çıkaran psikolojik bir rahatsızlıktır. Bu rahatsızlığın temelinde ise, çocukluk yaşantıları önemli bir yer tutar. Çocukluğunda anne ve babası tarafından çok fazla eleştirilenler, zaman içinde hata yapma korkusu geliştirirler. Ve hata yapmaktan o kadar korkmaya başlarlar ki, kendi önlerinde mükemmel olmaktan başka bir seçenek bırakmazlar. Çünkü ancak mükemmel olduklarında, eleştiriden kurtulabileceklerini düşünürler. Kendilerinden talep edilen de budur.

Bu açıdan bakıldığında mükemmeliyetçilik hastalığı, aslında, aşırı derecede “hata yapma korkusu” anlamına gelir. Eleştiri kültürünün hâkim olduğu aile, okul, arkadaş ve iş ortamları, bunun için en elverişli zeminlerdir. Eleştirisi bol, ama takdiri az ebeveyn, öğretmen, arkadaş ve patrona muhatap olan kimselerde mükemmeliyetçi eğilimler kendiliğinden filizlenir.

Burada esas sorun, “mükemmeliyetçi”nin yakın çevresinin etkisiyle kendi ruh dünyasında gelişen ve sesi giderek yükselen “eleştirel” bakış açısıdır. Bu bakış açısı, mükemmeliyetçinin iç dünyasında o kadar belirleyici hale gelir ki, âdeta bir “iç ses”e dönüşür. Ve o iç ses, sürekli olarak kişiyi taciz etmeye başlar. Özellikle, biraz dikkat ve çaba gerektiren bir işe girişmeye yeltendiğinde, kişiyi içten içe yıpratmayı kendine görev edinir. Zorluk düzeyi daha yüksek işlerden ise, tamamen el çektirir. Hata yapıp beceriksizliğini herkesin göreceğini ve onu kıyasıya eleştireceğini yüksek sesle haykırıp durur.

Öte taraftan, mükemmeliyetçinin içindeki iç ses, kendisine rahatsızlık verdiği gibi, başkalarını da eleştirmekten geri durmaz. Sanki ruh ülkesinde başköşeye geçip kurulmuş ve oradan zararlı bilgisayar virüsü gibi, gerek içine çöreklendiği kişinin şahsiyetine, gerekse dış dünyaya eleştiriler yöneltip durmaktadır. Standartları çok yüksek olduğu gibi, acıması da yoktur. Etrafında hata yapan kimselere öfke kusar. Onları asla oldukları gibi kabul etmez. Ona göre hiç kimse yaptığı işi tam lâyığınca yapmamaktadır. Herkes kusurlu, herkes eksiktir. Yaptığı işin beğenileceği insan sayısı, en fazla bir elin parmakları kadardır. Onu bile yüksek sesle dile getirmekten imtina eder.

Biraz dikkat edilirse, bu iç sesin ruhta hayalî bir vücuda sahip olduğu da sezilebilir. Bu hayalî vücuda sahip eleştirmenin, yakından bakınca, eleştirel ebeveynin (öğretmenin, arkadaşın, patronun v.s.) içselleştirilmiş bir imgesinden ibaret olduğu da anlaşılacaktır. Özellikle 0-9 yaş döneminde çocuklar, kendisini acımasızca eleştiren ebeveynine karşı çok savunmasızdır. Kendisine yöneltilen eleştirilerin mutlak doğrular olduğuna inanır. Takdir görmediğine göre, takdir edilecek bir yönünün olmadığını düşünür. Ayrıca, kendisi anne babasının kusurlarını görmediği için onları mükemmel zanneder. Zaten onlar da sürekli eleştiren tutumlarıyla kendilerinin “mükemmel” olduklarını ima etmiş olurlar. Ve bu şekilde sürekli “mükemmel” anne babası tarafından eleştiri yağmuruna tutulan çocuklar, zamanla bu yıkıcı eleştirel tutumu kendi kişiliklerinde imgeleştirirler.

İşte, özellikle ileriki yıllarda mükemmeliyetçi eğilimlere sahip olan gençlerin iç dünyalarında buna benzer bir “hayalî eleştirmen” dolaşıp durmaktadır. Genç, o hayalî eleştirmenin saldırı oklarına yakalanmamak için performans ortaya koymaktan sakınır. Bir performans ortaya koyması gerektiğinde de, mükemmellik kaygısı yüzünden büyük ıztıraplar çeker. Çünkü mükemmel olmayan her performans, hayalî eleştirmen tarafından onaylanmayacak ve reddedilecektir. Bu tacizler yüzünden genç, genel bir mutsuzluk hâlinin etkisi altında kalır. İncinebilirlik katsayısı yüksek olduğu için depresyona girme ihtimali artar.

Bu rahatsızlığın önünün alınmasında ilk yapılması gereken şey, gencin içindeki hayalî eleştirmenin farkına varmasıdır. Bu çatık kaşlı şefkâtsiz eleştirmen, dış tesirle gelip ona musallat olmuş ve onu iç dünyasında şimdiye kadar mutsuzluğa mahkûm ettiği gibi, bunu yapmaya devam edecek gibi de görünmektedir.

Ancak bu noktada dikkat edilmesi ve farkına varılması gereken çok sinsi bir aktör daha vardır. Bu sinsi aktör, bütün bu olup bitenler sırasında hayalî eleştirmeni yalnız bırakmadığı gibi ona içeriden destek veren bir işbirlikçidir. İşte hayalî eleştirmene destek veren o işbirlikçi, gencin ruhunda rububiyet arzusu taşıyan kendi “ene”sidir. “Ben bilincine sahip olan nefis” olarak tarif edebileceğimiz ene, eğer mahiyeti bilinmezse, kendisinde rablık tevehhüm edebilen bir ruhî kuvvettir. Bu yöne sevk olduğunda, gencin her hareketinin ardından mükemmel sonuçlar görmek ister. Çünkü rab olmak, bir işi ilk yapışta mükemmel yapabilme kudretine sahip olmak demektir. Dolayısıyla rab olma arzusu taşıyan enenin desteğiyle hayalî eleştirmenin sesi, gencin ruhsal bütünlüğünü ve huzurunu alt üst eder. Onun kendisiyle barışık bir şekilde ve güven duygusu içinde hareket edemez hale getirir.

Bu anlamda ene, hayalî eleştirmeni ayakta tutan, ona hayat suyu veren ve bizatihi ruhun içinden yükselen bir iç kuvvettir. İçeriden gelen bu destek olmasa, dış tesirle beliren hayalî eleştirmen ruh ülkesini bu denli istilâ edemez. Bu da gösterir ki, insanlar ne kadar çocukluk yaşantılarında birtakım mağduriyetler yaşasalar da, sonraki yıllarda şahsiyetlerinde ortaya çıkan olumsuzluklarda kendi zulümlerinin de mutlaka payı vardır. O nedenle, başta psikanaliz olmak üzere bazı psikoloji akımlarında görüldüğü gibi, insanı incelerken bütün suçu çocukluk yaşantılarına bağlamak ve bu çerçevede bir psikolojik determinizm uygulamak, eksik bir resmi bütün bir ömre genellemek anlamına geleceğinden ciddi bir hatadır.

Çözüm adına neler yapılabilir?

Hayalî eleştirmenin etkisinin azaltılmasında izlenecek yol, kişinin geçmiş yaşantısını, özellikle çocukluk ve ilk gençlik dönemini iyi bir analize tabi tutmasıdır. Böyle bir analizin içeriğinde, eleştirel tutumlarıyla kişinin ruhsal gelişimine olumsuz tesirleri olan kimselerin (anne, baba, öğretmen, arkadaş, vs.) hatalı yaklaşımlarını tespit etmeye çalışmak önemlidir.

Ardından, tedavi aşamasında bu hatalı yaklaşım sahiplerinin kusurlarını kendilerine iade etmek ve ruha sinmiş imgelerinin olumsuz taraflarını bertaraf etmek gerekir. Bunun için kişi kendisi çaba gösterebileceği gibi, bir uzman yardımına da başvurabilir. Hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın, temel hedef, kişiye muhtelif zamanlarda yapılan haksızlıkların açıkça ortaya dökülmesi ve bilinç düzeyinde o zamana kadar yaşanılanların adalet terazisinde yerli yerine oturtulması olmalıdır. Adaletin bilinç düzeyinde bu şekilde tesis edilmesiyle, kişide yer etmiş olan özellikle mükemmeliyetçiliğe yönelik olumsuz koşullanmaların aşılması için gerekli zihinsel şartlar hazırlanmış olur. Eğer bu aşamaları başarıyla atlatabilirse “mükemmeliyetçi,” yıllardır iç dünyasında gereksiz yere taşıdığı zihinsel bariyerleri üstünden atarak bir rahatlama sürecine girecektir.

Ancak eski alışkanlıkların izlerinin tamamen silinmesi için, bundan fazlası gerekir. Örneğin, daha önce verdiğimiz yazar örneğinden hareket edersek, mükemmel olmadığını düşünse bile aklından geçenleri yazmaya devam etmelidir. Yaptığı hataları, ne yapmaması gerektiği konusunda kendine içgörü kazandıran merhaleler olarak kabul etmelidir. Bu yolda yürümeye devam ettikçe, şifa bulan bir hasta gibi, mükemmeliyetçilik illetinden yavaş yavaş kurtulacaktır.

Çözümün bir başka önemli ayağı ise, rablık iddiasındaki eneyle ilgilidir. Mükemmeliyetçinin eneyle ilgili olarak bir normalleşme sürecine girebilmesi için rab taklitçiliğini bırakması ve ubudiyet tavrını takınması gerekir. Allah, insanı yoktan yaratmış ve onun fıtratını aşama aşama gelişecek şekilde düzenlemiştir. Mükemmeliyetçi, bu fıtrî yapıyla barışık oldukça ve ilk seferinde mükemmel yapmanın yalnızca Yaratıcı’ya has bir vasıf olduğunu çevresindeki tecrübelerden çıkardığı sonuçlarla da kavrayıp özümsedikçe, kendisi için aşırı yüksek standartlarını düşürebilecek ve hatalarıyla sevaplarıyla kendisini kabul edebilen bir pozisyona gelebilecektir.

Unutmamak gerekir ki, mükemmeliyetçi olmaya zorlayan süreç, kişinin çevresindeki otorite figürleri tarafından olduğu haliyle kabul edilmemesiyle başlamaktadır. Hâlbuki en büyük otorite olan Allah, insanı fıtrat itibariyle hata yapabileceğini en başından kabul eder:

“Eğer siz günah işlemeseydiniz [hata yapmasaydınız], Allah sizi helâk eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9)

İşte, mükemmeliyetçilik hastalığının ilacı, bu hadis-i şerifte işaret edildiği gibi, insanın fıtratında günah işleme (hata yapma) olan bir mahlûk olduğunu kavraması ve bu sayede günahı (hatayı) affı mümkün olmayan bir şey olarak görme korkusundan kurtulmasıdır.

Hakikaten, insandan beklenen davranış, hata yapmaması değil hatada ısrar etmemesi ve “daha iyi”ye doğru emin adımlarla ilerlemesidir.

İnsan söz konusu olduğunda “daha iyi”ye doğru ilerlemenin başka bir yolu da yoktur zaten.

4 Yorum

  1. Çok güzel bir yazı olmuş beğenerek okudum.

    “Eğer siz günah işlemeseydiniz [hata yapmasaydınız], Allah sizi helâk eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9)
    Bu kısım hadisi şerif olarak yazmışsınız fakat ayet olarak biliyorum ben yine r gözden geçirin derim

    • Merhabalar. Hadistir. Böyle şeylere dikkat etmeye gayret ediyoruz.
      Ebu Eyyub (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı.” [Müslim, Tevbe, 9, (2748); Tirmizî, Da’avât 105, (3533).]

  2. Merak ettiğim bir şey var. Hud suresindeki bir ayette emrolunduğu gibi dosdoğru olunuz diyor ya. Bunu biraz bu durumla örtüştüremiyorum. Maalesef bende bu huyumu değiştirmeye çaşışsam da bu ayet beni korkutuyor. Yani denge şart ama bu ayet dosdoğru ifadesiyle biraz ağır gelmiyor mu size de

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*