Temel Sorun, İnsanî Bilincin İşlememesi

Avukat Ali Aktaş ile; din ve dünyevîleşmenin hukuk ile ilgisini, hukukî problemlerin kaynağını, bireysel haklar bağlamında müstehcen reklamları ve hukuk uygulayıcılarının hukuka aykırı tutumlarını konuştuk.

Hukuk kavramını nasıl tanımlıyorsunuz?

Her insan yaratılıştan bir takım haklarla doğar. Buna tabiî hukuk diyoruz. Bu hakların kullanımı konusunda insan ilkesel olarak özgürdür. Özgürlüğü, haklarını kullanırken başkalarının aynı hakları kullanmasına engel olacağı yere ya da o kişinin hürriyetinin sınırını ihlale kadardır. Hukuk, en dar kapsamıyla insanlar arası ilişkileri düzenleyen kurallar bütünüdür. Ahlâk, örf, bilimsel içtihatlar ve din hukukun oluşumuna katkı vermektedir.

 

Hukuku oluşturan temel prensipler arasında dinin yeri var o hâlde. Hukuku dinden bağımsız olarak düşünemeyiz bu durumda. Peki, hukuk dünyevî midir?

Hukuk kurallarının oluşumunda dinin etkisinin varlığı inkâr edilemez. Zaten insanın hikâyesi Hz. Âdem [as] ile başladığına ve ilk insan aynı zamanda ilk peygamber olduğuna göre, dinin insanlar arası ilişkileri tanzim edici bir etkisinin olduğu nettir. İlk insan/ilk peygamberin aynı zamanda vahiy aldığını da biliyoruz. Bu nedenle ilk kuralların ve hayat anlayışının vahyin destekleyici etkisi altında oluştuğunu da görebiliyoruz. İlave olarak, vahyin anlaşılması ve anlamlandırılarak hayata aktarılması hususunda aklın da katkısıyla hukukun oluştuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

“Hukukun dinden bağımsız olması” derken, tamamen akıl yoluyla üretilen bir hukuk sisteminden söz ediyorsak, bunun kabulü şartlı olarak mümkündür. Şartlı olarak diyoruz, çünkü hukuk kurallarının oluşumunda ahlâk kurallarının etkisi kadar insanlığın vahyî birikiminin de etkisi vardır. Yani bugün ister Batı’da olsun, ister Doğu’da; mevcut hukuk birikiminin dinden etkilenmediğini hiç kimse iddia edemez. Kaynağı itibariyle hukuku; din, doğrudan etkilemiştir.

“Hukuk dünyevî midir?” sorusunun cevabı olarak “elbette dünyevîdir” cevabını verebiliriz. Hakikate bakarsanız din de dünyevîdir. Din “yaşama biçimi” demektir. Onu yaşayan insandır. İnsana ait olan şey de dünyevîdir, dünya içindir. Lakin lütfen yanlış anlaşılmasın; dinin kaynağı dünyevî değildir. Anlaşılması için dünyevî olan bir imkândan yararlanmak zorundayız; akıldan. Son tahlilde “aklı olmayanın dini yoktur.”

 

Hukuk ile dünyevîleşme kavramlarını aynı cümlede kullandığımızda başka neler söylersiniz?

Yukarıdaki anlatımlarımızdan farklı olarak bu sorunun cevabında dünyevî kavramını vahye istinat etmeyen bir yaşama tarzı olarak anlamamız gerektiğini sanıyorum. Bu çerçevede, elbette bir ülkede câri olan hukuk sisteminin dünyevîleşmeye imkân vereceği açıktır. Çünkü din ve hukuk sadece kural koymaz. Aynı zamanda dünyaya, topluma ve insana bakışımızı şekillendirecek olan şey din ve hukuktur. O hâlde tanzim ettiğimiz hukuk kuralları mesela “ahiret” diye bir kaygı temeline sahip değilse, bunun dünyevîleşme doğurması kaçınılmazdır. Batı hukuku “kamu ve özel hukuk” ayrımına tabi iken, İslâmî hukuk tanziminin “Ukubat, Muamelat” yanında “İbadat” diye bir bölüme sahip olması, ibadet yoluyla elde edilmesi beklenen uhrevî kazancın hukuk sistemi içerisine, yani hayatın tümüne yerleştirildiğini göstermektedir.

Dolayısıyla hukuk sisteminin kişi ve toplum hayatında dünyaya ve dünyanın sonunda gelecek ahirete yönelik bakışa göre ayrı ayrı şekillendiğini de görebildiğimize göre “hukuk ile dünyevîleşme” aynı cümle içinde kullanılarak yaşadığımız ya da başka yerlerde yaşanan toplumsal hayata yönelik bir tanımlama yapabiliriz.

 

Bireylerin temel hakları, özgürlük alanları, din hürriyeti vardır. Müstehcen reklamlar her yerde boy gösteriyor. Marka sahibi ürününü pazarlama hakkına sahip. Vatandaş da inancının gereği harama bakmamak ister, onun isteği dışında harama maruz kalması din hürriyetini, özgürlük alanını zorlaştırıyor. Bu konuda hukuk ne yapar? Reklam denetleyiciler reklamları denetlerken neleri baz alır? Veyahut hukuk bu konuda nelere müsaade eder?

Müstehcen reklam meselesini dinî ölçekten değil de kamusal ahlâk zaviyesinden ele almak gerektiğini düşünüyorum. Öte yandan harama bakmama hakkı gibi harama bakmama mükellefiyeti de vardır.

Farklı sosyal ve dinî grup ve anlayışların yaşadığı bir toplumda, farklılıklar arasında bir dengenin sağlanmasında ölçü ne olacaktır? Yani benim dinim, ya da onun dünyevî görüşüne göre bir ortaklık sağlayamayacağımız durumlarda, insanlığın birikimine, ortak ahlâkî erdemlere ve kamusal yarara kulak vereceğiz demektir.

Bu çerçevede müstehcenliğin ortak iyiye, kamusal birikim ve yarara aykırı olacağı açık olduğu gibi, bilimsel bir gerçekliktir de… Bilim, aşırı müstehcenliğin gencin gelişiminde olumsuz etkilere sahip olduğunu söylemektedir. Bilimin tespiti insanın yararının da tespitidir.

Dolayısıyla bilimsel hakikatler, toplumsal ahlâkî değerler ve farklı din ve dünya görüşlerinin hassasiyetleri sonucu toplumsal barışın sağlıklı sürdürülmesi gibi hususlar reklam denetimi yapan kurulların dikkate alacağı hususlardır.

Hak mantığı bakımından ileri aşamada bir hususu da tartışmak lâzım; sarıklı cübbeli bir adam, şort atlet yaşanan bir şehre gittiğinde kıyafetini çıkartmak zorunda değildir. Lakin şort atlet yaşamayı tarz olarak belirleyen bir kişinin sarık cübbe yaşayan bir şehre gidince bir miktar daha örtünmesi ahlâkî ve ötekinin hukukuna saygı gereğidir. Lakin bugün bu şekilde kategorize olmuş şehirler yoktur. O hâlde birlikte yaşamanın ortak iyiyi ihtiva eden kurallarını da bulacağız.

Bir ülkede yaşanan hukukî problemleri, o ülkenin dinî değerleri çerçevesinde değerlendirmek söz konusu olabilir mi?

Hukukî problemlerin çoğunun yanlış kurallardan kaynaklandığı tezine katılamıyorum. Yaşadığımız sorunların çoğu, insanın başka insana ve haklarına bakışıyla alâkalıdır. Kurallar korku oluşturabilir ve insanlar buna uymak zorunda kalabilirler. Lakin korkuyu hayata geçirecek kamu gücünün görülmediği alanlarda insanların kurallara uymasını kim sağlayacaktır?

Hukukî problemlerin oluşumunda dinin etkisi konusuna gelince; elbette bu mümkündür. Meselâ sadece kendi dindarlarını has insan ırkı, diğerlerini “goyim, nesnas, insansı varlık” olarak gören bir dinin yaşandığı bir ülkede, bu dinden kaynaklanan hukukun başka din mensuplarına yönelik zulüm üreteceği açıktır.

 

Müslüman bir ülkede yaşıyoruz. Hukuk insanlarımızın pek çoğunun inançlı olduğunu söylemek mümkün. Bu insanların hukuka aykırı kararlar vermelerini dünyevîleşme olarak değerlendirebilir miyiz?

Allah’a iman ve ahiret bilincinin bir Müslüman’da bütün hayatı şekillendirecek en önemli şuur vesilesi olduğunu biliyoruz. Bir hukuk kuralı adil sonuçlar üretebilecek durumdaysa, lâkin uygulayıcıları eliyle haksızlık üretiyorsa burada hukuk insanları sorunundan söz etmemiz gerekecektir. Hukuk uygulayıcıları “kılı kırk yararcasına” çalışmak zorundadır ki, ortaya çıkan karar zulüm üretmesin. O hâlde “sorumluluk bilinci” “görev şuuru” “ahiret kaygısı” gibi kavramlardan söz etmemiz gerekmektedir.

Bakınız ahiret kaygısı elbette sorunları çözebilir, ama bugün Batı’ya baktığımız zaman Batılı hukuk uygulayıcıları kendi insanlarına karşı kurallar çerçevesinde adil davranabilmekte ve hukuk düzeni mükemmelen devam etmektedir. Burada “kurallara riayet şuuru”nun “görev ve sorumluluk bilinci”nin mükemmelen işlediğini görmekteyiz.

O hâlde temel sorun dünyevî ya da uhrevî kaygı değil, insanî bilincin işlememesidir. İnsanî bilinci ahiret belirleyebilir ya da görev duygusu da belirleyici olabilir. Bunlar sebeptir.

O hâlde Müslüman ülkelerin hukuk uygulayıcıları bakımından iki sorundan söz etmemiz mümkündür; biri görev şuuru ve sorumluluk bilincinin zayıflığı, diğeri ise ahiret kaygısının vicdanlar aldatılarak yüzeysel bir sözden ibaret kalmasıdır.

Eğer ciddi bir uhrevî kaygı olsaydı, elbette adalet gerçekleşsin diye bir büyük çabanın sokaklardan aktığını görmemiz mümkün olurdu. Hâkim kürsüleri arkasındaki söz tahakkuk etsin diye, o kürsülerde oturanların yüreklerinin tir tir titrediğini de hissederdik o zaman.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*