Büyük adam

1920 yılında, zamanının Konya’sına bağlı Ermenek kazasında doğan Zübeyir Gündüzalp’in asıl adı Ziver’dir. Annesi Seyyide Hanım, babası Mehmet Efendi’dir. Kafkas göçmeni bir aileden olmalarına rağmen ecdatları aslen Arap ve seyyittir. Küçüklüğünde sağlam bir aile terbiyesinden geçen Gündüzalp ile ilgili teyze oğlu Hurşit Akpınar şunları aktarıyor: “Ziver Ağabey’in çocukluk terbiyesinde en büyük etki dedemiz Hurşit Çavuş’a aittir. Dedemizin bize verdiği İslâmî terbiye inanılır gibi değildir. Fakat Ziver Ağabey’in çocukluğu da çok farklıydı. Bence bu dünyada Ziver Ağabey’in boğazından haram lokma geçmemiştir. Çok belirgin bir edebî kişiliği vardı.”

Küçük yaşlarından itibaren çok kitap okuyan Zübeyir Gündüzalp’in kitaplara olan sevdasını kardeşi Haydar Gündüzalp şöyle anlatıyor: “Ağabeyim Risale-i Nur’u tanımadan evvel çok kitap okurdu. Evde çok sayıda gazete ve kitap olduğunu hatırlıyorum. Bir gün rahmetli babam, bağdaki üzümleri Ermenek tabiri ile ‘barana’ yaptırmak istiyordu. Bunun için parayla bir işçi tutmak istemişti. Bunu duyan ağabeyim anneme gelerek, ‘Parayı başkasına vereceğine işi ben yapayım, bana versin. Ben gazete ve kitap alayım’ demişti. Bu derece okumaya meraklı idi.”

İlk İslâmî bilgilerini Ermenek âlimlerinden Mahmut Nedim Barçın’dan alan Gündüzalp, ilk resmî eğitimine ise Ermenek Merkez İlkokulu’nda başlar. 1933 yılında ilkokulu bitiren Gündüzalp’in keskin basireti ve zekâsı Ermenek Postanesi Müdürü Şefik Bey’in dikkatini çeker ve onu PTT’ye alır. Ermenek Postanesi’nde çalışırken 14-15 yaşlarında bir genç olan Gündüzalp, ortaokulu okumak için Silifke’ye gider. Türkiye’de dine şiddetli zulümlerin yapıldığı 1935-1938 yıllarında Silifke’de ortaokul okuyan genç Zübeyir, zekâca emsallerinden hayli ileridedir. Haydar Gündüzalp, ağabeyinin ikna kabiliyetiyle öğretme hususiyetinden şöyle bahseder: “İlkokula başladığım zamanlar derslerim hiç iyi değildi. Mesela birinci sınıftan ikinci sınıfa geçmiştim, ama okumayı başaramamıştım. Ziver Ağabeyim bunun üzerine bir gece beni yanına aldı ve hayret ettiğim iknâ kabiliyeti ile bana okumayı öğretti: ‘Önce A, sonra L, sonra İ. Birleştir; oldu ALİ. Bir daha tekrar et: ALİ. Bir daha… Aynı usulü başka şeylere de tatbik et.’ Öyle güzel ikna ederdi ki, benim için o gece bir seneden verimli olmuştu.”

Gündüzalp ortaokulu bitirdikten sonra, 1938’de Konya’da açılan bir imtihanı kazanarak Ermenek Postanesi’nin resmî telgraf memuru olarak 1941 yılına kadar üç yıla yakın çalışır. 1941 yılında Balıkesir’e askere gider, terhis oluşu 1943 yılına tekabül eder. Artık çocukluktan çıkmış bir genç olan Zübeyir’in gayesi Türkiye zengini olup dünyanın en güzel kızı ile evlenmektir. Kendisi de o günleri şöyle anlatıyor: “O zamanlar tul-i emel vardı. Memuriyet haricinde altı tane ortaklığım vardı. Manav dükkânlarımın yanında yağ ticareti ile de uğraşırdım.”

Hem memurluk, hem ticaretle uğraşırken Türkiye ve dünya siyasetini de yakından takip eden Gündüzalp özellikle kitap okumalarına önem verir. Daima okur. Belki aradığını bulamadığı için okur. Edebî kitaplar, romanlar, dünya klasikleri, felsefî ve sosyolojik kitaplar… Aradığı o kitapla tanışması ise, daha sonradan “sebeb-i saadetimdir” dediği Rıfat Filizer’in vesilesiyle olur. Buradan sonrasını Filizer’in dilinden dinleyelim: “Kendisine Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ni ve Risale-i Nur’ları dilimin döndüğü kadar anlattım. Bu durum altı ay kadar devam etti. Kendisinin çok meşgul olduğunu, evlerinde roman, hikâye ve felsefî kitaplar olduğunu, bunları bitirinceye kadar başka bir şeyle meşgul olmayacağını ifade etti. Ben çok üzülüyordum. Bazen gece saat bire kadar bu şekilde konuşmalarımız devam ediyordu. Tam altı ay kadar bu husus üzerinde fikrî sohbetlerimiz oldu. Altı ay sonra Rabbimizin büyük inayeti, Peygamberimizin şefaati ve Üstadımızın himmetiyle bu bahtiyarlığa ermek nasip oldu. Zübeyir Ağabey tâ o zamanlar prensipli bir insandı. Bana derdi ki: ‘Sırada üç yüz tane kitap var, onları okuyayım, Risale-i Nur’u da okurum.’ Ne zaman konuşsak böyle diyordu.”

Nihayet arkadaşından Gençlik Rehberi’ni alan Zübeyir Gündüzalp, Risale-i Nur’la ilk tanışmasını şöyle anlatıyor: “Aldım, o gece geç vakte kadar okudum. Okuyordum. Çok yerlerini tam anlayamıyordum. Bu nasıl kitaptı? Hem anlamıyordum, hem anlıyordum. Anlamıyordum, zira anladığımı ifade edemiyordum. İfadeden aciz kalıyordum. Fakat içimde bir inkılâp, ruhumda bir sükûn, kalbimde bir sürur, derin bir tesir duyuyordum.” Adeta bir saadet kaynağı bulmuş olan Gündüzalp, bu kaynaktan doyasıya içer. Günde tam on dört saat Risale-i Nur okur. Hatta Asa-yı Musa’da aynı sayfayı bazen kırk defa okuduğu olur. Okumakla imanı kuvvetleşen, ruhu İslâmî celadetle şahlanan Zübeyir, artık bu eserlerin menbaını görmek istemektedir. Gündüzalp, Mehdi Halıcı’yla birlikte 1946 yılında Bediüzzaman Said Nursî’yi görmeye gider ve aralarında şu konuşma geçer:
“Kardeşim ismin nedir?”
“Ziver efendim.”
“Hoş geldin, Zübeyir kardeşim.”
“Zübeyir değil, Ziver efendim.”
“Hoş geldin, Zübeyir kardeşim.”

Aynı şeyler üç defa tekrar eder. Artık Ziver, Zübeyir olmuştur. O anı Zübeyir Gündüzalp’ten dinleyelim: “Ben hayatımda hiç ağlamazdım. Üstadın elini öper öpmez dünyam bir anda değişti. Neye uğradığımı şaşırdım ve kendimi kaybederek ağlamaya başladım. Kendimi bir türlü durduramadım. Hayatımda hiç böyle ağlamamıştım. Üstad ağlamama bakmadan ders verdi. Namaz vakti girdi. Fakat namazda da ağlamam kesilmedi. Biz güya mektep okumuştuk. Üstadı ziyaret etmeden önce risaleleri okuyordum, ama anlamıyordum. Bazen bir sayfayı kırk dakikada okurdum, yine anlamazdım. İlk ziyarette Üstadımız, ‘Kardeşim sen oku! Anlamasan da devam et. Risale-i Nur yalnız akla hitap etmiyor. Akıldan başka kalbe, ruha ve sair latifelere de hitap ediyor’ diye o zaman bana ders vermişti.”

Üstadını ziyaret ettikten sonra hizmetlere canla başla devam eden Gündüzalp hiç boş durmuyor, Beddiüzzaman ve Risale-i Nur’u anlatabildiği herkese anlatıyordu. Memuriyeti bırakıp Üstadının özel hizmetine girmek isteyen Gündüzalp, Said Nursî’nin 1948 Ocak ayında tutuklanarak Afyon’a getirilmesiyle, Üstadından ayrı kalmak istemez. Ceylan Çalışkan’ın verdiği tavsiye ile İnönü’ye bir telgraf çeker: “Siz ‘Nurcu, Nurcu’ diyorsunuz. Burada devletin resmî bir memuru var. O en büyük Nurcudur. ‘Devrimler’ diyorsunuz, ama burada devrimlerin temeline dinamit koyan bir PTT memuru var, kimse ilgilenmiyor.” Telgraftan sonra Gündüzalp tutuklanır. Meşakkatli, zulümlü bir hapishane hayatından sonra çıktığı Mahkemede yaptığı müdafaa pek harikadır: “Beyhude hiç uğraşmasınlar. Kâinatın kuvveti toplansa, bizi Üstad Said Nursî’den ve Risale-i Nur’dan ve bizi bizden ayıramazlar. Yüksek Mahkeme Heyeti’nin huzurunda bilaperva onlara söylüyorum: Onlar iyi bilsinler ve titresinler ki, gürültüye pabuç bırakmıyoruz. Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur’ân tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya ‘Allah Allah, yâ Resulallah’ sadalarıyla koşarak gideceğim. Komünizme kapılıp dininden çıkan, ebedî felâketlere yuvarlanan ve vatan haini olarak kurşuna dizdirecek cürümlerden gençlerimizi koruyan Risale-i Nur uğrunda kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara çekinmeden göğsümü gereceğim. Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam etrafa sıçrayacak kanlarımın ‘Risale-i Nur, Risale-i Nur’ yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum.”

Zübeyir Gündüzalp hakkında yazılacak çok şey var. Ama yazmaya yer de kalmadı, iktidar da yok. Buraya kadar ancak onun Risale-i Nur ile tanışmasından bahsedebildik, ama asıl destan Üstad vefat ettikten sonra başlıyor. 1953’ten itibaren Üstadının şahsî hizmetine giren Gündüzalp, bu Nur mesleğinin tüm hizmet esaslarını öğrenmiş ve tatbik etmiştir. Bundandır ki, Said Nursî vefat ettikten sonra çıkan ihtilaf rüzgârları karşısında sarsılmamış, ülkenin çeşitli illerine seyahatler yaparak talebeler arasında ittifakı sağlamaya çalışmıştır. Nurların hakikat mesleğine azamî sadakatle bağlıdır ve bu yolda hiçbir fedakârlığı yapmaktan çekinmemiştir. Tâ ki 1971 yılı 2 Nisan’ına kadar. O Cuma günü vazife bitmiş, terhis olma vakti gelmiştir. Ve gözlerini bu dünyaya kapayan Gündüzalp, ebediyet âlemine irtihal etmiştir.

Zübeyir Gündüzalp hakikaten büyük adamdır. Burada biz de Bekir Berk Ağabey’in sorduğu gibi soralım: “Büyük adam kimdir? Kime büyük adam derler? Büyük adam, çok alkışlanan adam mıdır? Hayır. Büyük adam, çok yüksek makam ve rütbelere çıkmış adam mıdır? Hayır. Ve nihayet büyük adam, herkes tarafından büyük tanınan, büyük sanılan, büyük gösterilen veya büyüktür diye ilan edilen adam mıdır? Hayır. Ya öyle ise, kimdir büyük adam?

“Büyük adam, yaratılış gayesini bir an hatırından çıkarmayan, bu hedefe doğru yürüyen ve bu hedeften hiç bir zaman şaşmayan ve ayrılmayan adamdır. Büyük adam, dâvası büyük olan adamdır. Büyük adam, himmeti büyük olan adamdır. Büyük adam, darağaçlarına, zindanlara, kurşunlara, tehditlere ve tehlikelerin her türlüsüne meydan okuyan, pabuç bırakmayan adamdır. Büyük adam, büyüklük dâvâsı olmayan adamdır. Ve nihayet büyük adam, bütün küçüklüklerden sıyrılmasını bilmiş ve bütün büyüklükleri şahsında cem’ etmiş adamdır.”

İşte Zübeyir Ağabey tam da böyle bir adamdır.

Not: Yazıda yer verdiğimiz tüm hatıralar Yeni Asya Neşriyat’tan çıkmış olan
“Zübeyir Gündüzalp/Hayatı-Mefkuresi” adlı kitaptan alınmıştır.
Çeşitli yerlerde kısaltmalar ve birleştirmeler yapılmıştır.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*