Kendini bil, kâinatı sev, insaniyetini giy!

“Doğal, fresh, minimal bir görünüm elde et!” “Çarpıcı ol!”

Moda üreticileri sürekli, ama sürekli bize, dönüşmek istediğimiz-dönüşmemiz istenen imgeyi-kavramları satmaya çalışıyor. O gömleği giyince, o ayakkabıyı edinince bize daha fazla “kendimiz” olma garantisi veriliyor. Giyinmeye çalışırken çoğu zaman kendimizi-benliğimizi kombinlemeye çalışıyoruz. Biraz rahat, biraz şık, doğal görünümlü, abartılı, renkli, parlayan, kaliteli, ciddi, biraz ondan biraz bundan bir kavramlar silsilesi arasında seçim yapıyoruz. Giyinerek dünyaya ve kendimize “kendimizi” tanıtıyoruz.

Moda markası “Bunu giy ve daha fazla kendin ol” diyor. Adeta, o eteği giydiğimde öncekinden daha fazla “kendiliğime” yaklaşacağımı, benliğimin saklı bir parçasının ortaya çıkacağını iddia ediyor. Tüketim toplumunda, beş sezon öncesinin ayakkabısıyla, annenizin ördüğü şalla, o hiç eskimeyen kabanınızla değerli olmak biraz zor. Çünkü bize zaten “değerli” olduğumuz değil, kendimizi değerli kılmamız gerektiği söyleniyor. Tabiî bunu da “alışveriş” ile yapacağız, her sezonda gardırobumuzu doldurarak ve boşaltarak; demode kalmamaya, imajımızı korumaya, belki de değerli hissetmeye çalışıyoruz. Açıkçası bu zamanda, olduğunuz hâlinizle kendinizi güzel, bütün, tam, sağlıklı hissetmeniz pek çoklarının işine gelmiyor. Yaralarımız, eksik hissedişlerimiz, değersizlik duygumuz, toplumsal acılarımız reklam malzemesi hâline geliyor.

Sözgelimi, kadınlara yönelik bir reklamda “toplum normlarından özgürleş, kalıpları yık, zamanında engellendiğin şeyleri yap, sporcu ol, mücadeleci ol” mesajları veriliyor. Ancak “eliniz hamurda, evi çekip çevirirken, feminen kıyafetler içerisinde vs. vs.” bunu yapamazsınız. O markanın spor kıyafetlerini giyip, olduğunuz hâlinize meydan okuyarak, hatta mevcut yaşam biçiminizi “ezip geçerek” özgürleşebilirsiniz. Söylemiş miydik, muhakkak o markanın spor kıyafetlerini giymelisiniz. Birkaç logolu tayt, ayakkabı ve asi bakış karşılığında artık normlardan özgürleştiniz.

Endüstriyel üretim dünyasında, bir üründen milyonlarca üretilirken kendin olmak-kendini bulmak pek kolay değil tabiî. Bu yüzden “kişiselleştirme, farklılaştırma” kavramı hayatımıza girdi. Herkesin giydiği ayakkabıyı giyiyor olabilirsin, ancak 100 farklı bağcıktan en çok sen olan rengi seçtiğinde herkesten farklı olacaksın. Neyse ki herkes birbirinin aynısı giyinmek zorunda değil; belirlenmiş seçenekler arasından farklı seçimler yaparak, aksesuarımızı değiştirerek “ehadiyet” tecellimizi(!) meydana çıkarabiliriz; işte bu kadar basit! Sakın kendinizi başka yerde aramayı falan aklınıza getirmeyin, mağazadan inanılmaz indirimli almak varken neden içsel yolculuğa falan çıkasınız. Hem gelecek sezon daha iyisi, daha yenisi de gelir.

Artık ürünlerin pazarlanması profesyonel modellerden; “influencer”lara, sosyal medya fenomenlerine geçti. Hem her mahalleden, her eğitim durumundan, her markanın kitlesine uygun fenomen bulabilirsiniz. “Influencer”lar, modellere göre daha özdeşim kurulabilir ve erişilebilir, bize daha çok benziyor. Hele bazıları tam bizim hayâlimizi yaşıyor, paylaşımlarında hep bizim giyinmek istediğimiz gibi giyiniyor, bizim gitmek istediğimiz mekânlara gidiyor, özlemini duyduğumuz evde yaşıyor, her zaman tasasız, dertsiz, güzel pozlar veriyor; açık kahve-toprak tonlarında filtreli ve huzurlu bir yaşam sunuyor. Elbise giymeyi pek sevmeseniz de, evde zaten yeterince elbiseniz olsa da kendinizi “acaba alsam mı derken” buluyorsunuz. “Ay bu elbise çok güzelmiş”, hem stokları bitmek üzereymiş, üstelik verdikleri kod ile sadece bugün yüzde yirmi indirimliymiş, sonraki marka işbirliğine kadar “bu fırsatı kaçırmayalım”mış. Belki o bir parça kıyafetle birlikte, o fenomenin “feed”indeki filtreli anlara sahip olacağımız yanılgısını da satın alıyoruz.

Hepimizin bildiği gibi, “marka” bir kıyafet ya da ürünün “maliyet+tasarım”ının parasal değeri ile fiyatı arasında bir boşluk bulunuyor. Üretim bedelinin kat kat üstü para verip o ürünü alıyoruz. Bu markanın fiyatları zaten böyle, hem kaliteli de diyebiliriz. Ancak bu boşluk kaliteyle doldurulabilir olmaktan çok uzakta. Aslında o aradaki boşluk, çok kim olmak istediğimiz, aidiyetimiz gibi o markayla satın alınacağı umulan duyguları ve etiketleri temsil ediyor. Yani benim çanta ihtiyacım bir anda duygusal bir ihtiyaca dönüşüveriyor. Yeme ataklarının ardında, bireyin ruhundaki boşlukları doldurma isteği ya da duygusal sebeplerin yattığı kabul edilen bir durum. Alışveriş atakları da, bundan çok farklı değil. Fast-food nasıl yemek kültürümüzü değiştirdiyse fast-fashion da alışveriş-giyim kültürümüzü ele geçirdi. Hızlı moda üreticileri yılda 4-5 koleksiyon hazırlamayı bıraktı. Bir yılda 8 ve 24 arasında koleksiyon piyasaya sürülüyor. Az sayıda ve bedende ürün ile “Ya tükenirse, hemen şimdi almalıyım” hissi tetikleniyor.

Fast-fashion ucuz ve trend ürünlere kolayca ulaşmamızı sağlıyor. Ancak bu ucuzluk aslında bazı bedelleri de beraberinde getiriyor; düşük ürün kalitesi, insanî olmayan çalışma koşulları, kaynak israfı ve çevre kirliliği. Yani bir tişörtün kâinat ve insanlık için maliyeti cebimizden çıkan miktardan çok çok fazla. Tekstil sektörünün arka bahçesinden, bir parça kıyafetin bizim satın aldığımız mağazaya gelene kadarki serüveninden habersiziz. Kargo ücretini ödesin diye sepete eklediğimiz bir tişörtün, bütün ömrü boyunca çalışsa da o tişörtü satın alamayacak dünyanın öbür ucundaki bir çocuk işçi tarafından üretildiğini, bu işçilerin üretimde kullanılan zararlı kimyasallara maruz kaldığını aklımıza getirmiyoruz. Pamuk olduğu için satın aldığımız bir tişörtün üretiminde 2700 litre su aktığını, bir kot pantolonun üretiminde kullanılan 9500 litre suyun bir kişinin 9 yıllık içme suyu miktarına denk geldiğini bilmiyoruz. Polyester, akrilik gibi yapay kumaşların yıkanmasında ortaya çıkan mikro plastiklerin okyanusları kirlettiğini, masum balıkların midelerini doldurduğunu gözden kaçırıyoruz.

Hızlı moda endüstrisi küresel ısınmaya yol açan sera gazlarının salınımının baş sorumlularından birisi; ekolojik ayak izi oldukça büyük. Bir tişört bizim dolabımıza girene kadar dünyayı dolaşıyor ve bu yolculuğunda uğradığı her yerde, kâinatın her köşesinde biz iz bırakıyor. Üstelik üretilen giysilerin büyük çoğunluğu hiç kullanıma giremeden, fonksiyonunu yerine getirmeden yok ediliyor. Zaten üretim planlaması da bu bilinçle yapılıyor.

Hızıyla aklımızı başımızdan alan bu sürece kimse tepki göstermemiş değil. Hızlı modanın bu insanî zaaflarla var olan, kâinat için yüksek bedelleri olan anlayışına sürdürülebilir bir alternatif-tepki olarak “yavaş moda” akımı ortaya çıktı. Yavaş moda ele aldığı değerler ve önerdiği yöntemler ile bütün süreci yavaşlatmayı amaçlıyor; insan ve kâinat odaklı tasarlama, üretme ve tüketme süreçlerini öne çıkarıyor. Yavaş moda ve diğer sürdürülebilir giyim hareketleri bize diyor ki; bütün bu olumsuz tablo karşısında sen de çaresiz değilsin, alışkanlıklarını değiştirebilirsin.

Peki nasıl?

Bir kez geçtiğimiz dünyada üzerimize yapışan kimliklerin “pasif ve tüketici” olması oldukça rahatsız edici. Tüketim pasif bir eylem-deneyim olmak zorunda değil. Değişmek-dönüşmek için kendi sorumluluk alanımızda ilk adımımız “endüstriyel süreçlerin ve insanî zaaflarımızın farkında olmak-farkına varmak” olabilir. Duygusal ihtiyaçlarımızla-giyim ihtiyaçlarımızı birbirine karıştırabiliyoruz, demiştik. Alışveriş hareketimizin arkasındaki duyguları izleyerek gerçekten ihtiyacımızı doğru ve insanî bir şekilde mi karşılıyoruz sorgulayabiliriz. Böylece bir elbise “elbise” kadar değerli olur. Kendimizi bir elbiseyle, bir etiketle değerli kılmak zorunda hissetmez, her halimizle yeterince değerli olduğumuzun idrakine varırız. Öte yandan giyimimiz ve stilimizle kendimize bir görünürlük tasarlıyor olmamız yadsınamaz bir gerçek. Üstelik bu olumsuz bir durum olmak zorunda da değil. İmajımızla farkında olsak da olmasak da ötekine-ötekilere çeşitli mesajlar veriyoruz. Bu noktada “sahip olduğum bir mesajı mı veriyorum yoksa kıyafetimle içimdeki bir boşluğu mu yamamaya çalışıyorum” soruları önemli oluyor.

İktisat “kasıt” kökünden geliyor; yani iktisat hakikatine yakınlaşmak niyetinde olan insanın maddî ve mânevî kaynakları kullanırken bir kastının bulunması gerekiyor. İşlediği fiilde, yemesinde-içmesinde-gezmesinde-almasında-vermesinde-giyinmesinde O’nun kastını aramasıyla iktisat gerçekleşiyor. O ürünü alırken neyi kastediyorsunuz iyice düşündünüz mü? Ürünleri tükettiğimizi zannederken kendimizi tüketiyor olabiliriz.

“Yüz aç adamın huzurunda, kemal-i lezzet ile fazla yenilmez.” Biz belki bilmeden yüz adamın aç kalmasının sebebi olan o ürünleri, o yüz adamın huzurunda yiyoruz-içiyoruz, giyiyoruz, tüketiyoruz. Öyleyse önce insaniyetimizi giyinelim, güzel giyinirken güzelce giyinmeyi unutmayalım, uyumlu giyindiğimiz kadar kâinatla uyumlu giyinmeyi de mesele edinelim, bir elbiseyi alırken onun uzuuuun ve çileli yolculuğunun bilincinde olalım, ömrüne değer verelim.

1 Yorum

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*