Selamlaşmak

Kaygı bozukluğu, depresyonla birlikte çağın hastalığı. Bunun en başta gelen nedeni, zihinlerdeki “tehdit algısı”nın çok fazla artması.

Kentlerin yapay dünyasında geniş caddelerden mahalle aralarına, AVM’lerden gökdelenlere, işyerlerinden site bloklarına kadar her yer, gerilimli insan ilişkilerine sahne oluyor. Devasa boyutlardaki ölçüleriyle mekân olarak bile bu yerlerin insan psikolojisini ezen bir tarafı olduğu söylenebilir.

Dolayısıyla hem insanlar ile eşya arasında, hem de insanların kendi aralarında asimetrik bir ilişki biçimi ortaya çıkıyor. İster istemez, toplum hayatında güven duygusu yerini stres ve kaygıya bırakıyor.

Bir düşünün: İki üç çocuğun bir araya gelip, zar zor oyun kurduğu sokaktan bile vızır vızır arabalar geçiyor. Bu çocukların ruhları nasıl sükûnet içerisinde hareket edebilir? Kaygılı olma ve güvenli ilişki yoksunluğu bakımından yetişkinlerin dünyası da bundan çok farklı sayılmaz doğrusu: uzaydan biri gelip alışveriş merkezlerindeki kalabalıklara ve kasa önünde tek sıra oluşlarına şahit olsa, onları ev hizmetlerinde kullanılan birer robot zannedebilir. Çünkü aralarında en ufak bir insanî ilişki göze çarpmıyor. Stadyumlarda ve şehrin işlek caddelerinde göze çarpan insan manzaraları da neredeyse aynı: bedenen birbirine yakın durdukları hâlde, bu fiziksel yakınlıklardan manevî bir birlik duygusu üretemiyorlar.

Peki, neden böyle oluyor? Çünkü ruhlar birbirine uzak, ruhlar birbirine yabancı. Çoktandır gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine dönüşmüş olan televizyondaki haber programları, her gün beynimize dışarıdaki dünyanın tehlikelerle dolu güvenilmez bir yer olduğu mesajını kazıyor. Yine, siyasî yorumların pek çoğu, ortak değerler etrafında buluşabilmiş bir toplum manzarasından ziyade, gerçek bilgiye dayanmayan spekülatif çarpıtmalar üzerinden parçalanmış bir ülke resmediyor.

İşte “selâm” ve “selâmlaşma kültürü” dediğimiz zaman, her şeyden önce, toplum içinde manevî birlik duygusuna hayat veren sihirli bir anahtardan bahsediyoruz. Öyle bir anahtar ki bu, fertlerin birbirlerine selâm vermeyi alışkanlık hâline getirdiği bir toplumda, gerçekten genel bir güven ve huzur ikliminin yerleşmesi mümkün olabiliyor. Selâm alıp veren yüzler, yabancılık hissinden kurtulup aralarında sımsıcak bir ilişkinin serpilmesine imkân tanımış oluyorlar. Toplum içinde ünsiyet ve güven duygusu da bu sayede yaygınlık kazanıyor.

Elbette, her toplumun kendine has bir kültürü olduğunu da göz ardı edemeyiz. Söz gelimi, seküler kültüre sahip toplumlarda selâmlaşma daha dar bir anlam aralığını ima eder. Böyle olmasına rağmen, orada bile selâmın ulviyetinin soluk gölgeleri insan ilişkilerinde olumlu yönde bir işlev görür. İnsanlar karşısındakine “günaydın” “merhaba” “iyi günler” diyerek en azından birbirlerine sağlık ve afiyet dilemiş olurlar.

Dindar bir toplumda ise selâmlaşma, Allah’ın rahmet ve bereketi (üzerinize olsun!) dileğiyle yapılır. Buradaki temel fark, Allah inancının devreye sokulmasıyla insanların kendilerinden bağımsız bir gerçeklik olarak din müessesesine atıfta bulunmalarıdır. Bu yönüyle dinî bir toplumda selâm, ezan gibi en başta gelen şiarlardan biridir. Bir yerin İslâm beldesi olduğu minaresinden okunan ezandan, ahâlinin Müslüman olduğu da —kılık kıyafetiyle birlikte— dillerindeki selâmdan anlaşılır.

Daha önemlisi, birbirlerine Allah’ın selâmıyla hitap eden iki kişi sadece selâm vermiş olmazlar. O andan itibaren tüm ilişki boyunca dinin temel değer ve ölçütlerini aralarında referans kümesi olarak kabul etmiş olurlar. Böylece her iki taraf da kendi bireysel arzularının ve tercihlerinin üstünde bir otoriteye boyun eğmiş olarak, rekabet ya da çatışmanın değil, bir yakınlaşma ve dayanışmanın parçası olurlar. Bu yönüyle selâm, İslâmî bir toplumda ‘tevhid ruhu’nun diriltilmesidir.

Gelgelelim, günümüzde selâm ve selâmlaşma kültürümüzde ciddi bir zayıflama göze çarpıyor. Bir otobüs durağına varıp orada bekleyenlere selâm verseniz, sanki ruh hastasıymışsınız gibi bir muameleyle karşılaşabiliyorsunuz. Neden? Çünkü toplumda manevî birlik ruhu o kadar gerilemiş ki, insanlar yabancı birisine selâm vermeyi tuhaf karşılar hâle gelmişler. Selâm veren açısından da, alan açısından da kaygı kaynaklı çekinceler devreye girmiş.

Oysa çekincelerimizi biraz cesaret edip susturabilsek, çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda, en azından aynı kültürel atmosferi soluyan insanlar olarak, referanslarımızın genelde ne kadar ortak olduğunu görebileceğiz. Aynı zamanda bu bir özgüven meselesi… Şahsiyet sahibi olan ve sahip olduğu değerlere güvenen biri, sırf toplumda selâmın yaygınlık kazanmasına katkı vermek adına kendisini ortaya koyup selâmlaşmayı başlatmalıdır. Bu yönüyle selâmlaşmanın, bir kişilik testi işlevi gördüğünü de düşünüyorum doğrusu.

Bu konuda asıl görev ise, her zaman olduğu gibi ailelerimize ve okullarımıza düşüyor. Ebeveynlerin eve girip çıkarken selâmlaşmaları, hatta odaya girerken dahi selâmla söze başlamaları bu kültürün körpe ruhlara yerleşmesinde bir çekirdek işlevi görür. Okullarımızda da öğretmenlerimizin sadece disiplin amacıyla sınıfa girerken çocukları ayağa kaldırıp selâmlaşmaları değil, bahçede ve koridorda tek tek çocuklara selâm vererek, selâmlaşmanın huzur ve emniyet havasını solumalarına katkı sağlamaları son derece yerinde olacaktır.

 

 

Fotoğraf: İlteriş Bülent Aydın

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*