“GÜZEL GÖRMEK” İÇİN SADECE GÖZLERİMİZE İHTİYACIMIZ YOK

9 Mayıs 2017 Salı günü, İzmit’teki ailemin yanından İstanbul’a dönerken, Pendik durağından Tavşantepe-Kadıköy metrosuna bindim. Yanıma bir teyze, onun yanına da teyzeyle aralarındaki bağı tam çözemediğim görme engelli bir abi oturdu; tam görme engelli abinin karşısına denk gelen koltuğa da arkadaşı olan diğer bir görme engelli abi. Yanımdaki teyzenin karşısında da; gömlekli, zayıf, amca diyeceğim yaşlarda, ancak çok yaşlı olmayan bir adam oturuyordu. Benim karşımdaysa; kolları dövmelerle kaplı, kırmızı beyaz renklerde kemik çerçeveli gözlüğü olan bir abi oturuyordu. Oturma planında herhangi bir tuhaflık yoktu elbet. Her şey son derece normaldi. Bana çokça ders verdiğini düşündüğüm bu ortamın en önemli özelliği belki de normallikti.

Görme engelli abiler -kendilerini çok iyi yetiştirdiklerini gözlemlediğim- özgüvenli, kibar, eli yüzü düzgün diye tabir edebileceğim iki genç abi, bizlerin de duyabileceği şekilde, karşılıklı olarak konuşmaya başladılar. Ve bize önemli dersler verdiler belki de hiç bilmeden. Gittikleri yeri anlattılar. Zifiri karanlık, görme engellilerin rehberliğinde İstanbul turu yapılan, görenlerin görmeyenleri anlayabilmelerini sağlayan bir yerden bahsediyorlardı. Teyzenin karşısında, görme engelli abinin yanında oturan gömlekli amca, hiç beklemediğim bir şekilde ilgilendi anlatılanlarla. “Herkes gidebiliyor mu?” diye sordu. Hiç beklemiyordum, çünkü ne kadar öyle olmadığımı iddia etsem de önyargılıydım demek ki. O amca imajına sahip biri, böyle bir şeyle ilgilenmezmiş gibi düşüncesi vardı benim kafamda. Nasıl bir kafaysa artık o kafa. Abiler, amcanın da ilgisini fark edip anlatmaya devam ettiler: “Herkes gidebilir. Yaş sınırı yok. Biz de şimdi eğitime gideceğiz, aynı şeyi Kocaeli’de yapacağız.”

Bahsettikleri yerin reklamını, hemen karşımdaki dövmeli abinin arkasındaki reklam panosunda gördüm, sesimi çıkaramadım nedense. Biraz daha vakit geçtikten sonra yanımdaki teyze fark etti ve metroda tam da bahsettikleri yerin reklamını gördüğünü söyledi görme engelli abilere. Teyzenin yanındaki abi heyecanlandı. “Ne yazıyor, nerede yazıyor” diye sordu. Konuyla ilgilenmeyi kendisine yakıştıramadığım amca ve yine dövmelerinden, tarzından dolayı kendisinden herhangi bir duyarlılık beklemediğim abi, arkalarına döndüler ve reklamı incelediler. Amca reklamın fotoğrafını çekti, artık tam anlamıyla inanıyordum ki, bu konuyla son derece ilgiliydi ve fırsat bulursa buraya gidecekti: Turkcell Diyalog Müzesi.

Teyze reklamın sloganını okudu: “Gözlerinle Duy, Kulaklarınla Gör”. Teyzenin yanındaki abi çok beğendi. Zannediyorum ki, beğenisi ve unutmak istememesi sebepleriyle birkaç kez tekrarladı sloganı. Karşısındaki arkadaşına sloganı çok beğendiğini söyledi, bir kere daha tekrar etti. Ama kafası karışmıştı: “Gözlerinle Gör, Kulaklarınla Duy” diyebildi. Karşıdaki abi anlam veremedi ve “Ee, zaten öyle” dedi. Bense yine sesimi çıkaramadım. Daha doğrusu sesimi onlara duyurmaktan korkarak, sadece bir mırıltıyla “Gözlerinle Duy, Kulaklarınla Gör” diyebildim.

Beğeni, acıma, şaşkınlık gibi duygular, yerinde tepkiler vermemi engelliyordu. İki görme engelli abiye de uzun uzun baktım, onları inceledim. Normalde metroda dikkatimi çeken insanları incelemek isterim, ama rahatsız etmemek için bir yerde durmak zorunda kalırım. Hakkım var mıydı buna bilmiyorum, ama bu sefer uzun uzun bakabildim. Hayat enerjileri ve demiştim ya normallik diye, o normallikleri beni çok etkiledi. Hayatın içine birçok görenden daha iyi katılabilmişlerdi. Karşıdaki abinin karnı açtı. Müzeye gitmeden bir şeyler yemek istiyordu. Yanımdaki teyzenin yanındaki abiyse yerin dibinde olmaktan sıkılmış, Metin Şentürk tadında, durumlarını da tiye alarak espriler yapıyordu. Arkadaşına: “Tamam, ama sahil kenarında yiyelim” dedi.

İki görme engelli abinin arasına bir kız geldi, ayakta duruyordu. Abiler görmüyordu, ama belki ses titreşimlerinin bir yere çarptığını fark etmişlerdi. Birbirleriyle konuşurken kızın etkisini kaldıracak şekilde yana eğilerek konuşuyorlardı, göz teması kurmak ister gibi. Teyzenin yanındaki abi teyzeyle konuşmaya devam etti, ama yine yüksek sesle konuşuyordu: “Özgüven, özgüven. Bizim özgüvenimiz var, yoksa oradan oraya gitmeye nasıl cesaret edelim” diyordu. Tam olarak nasıl tarif edeceğimi bilmediğim duygular yaşıyordum bunlar olurken. “Fazla mı duygusalım, acıma duygusuyla yaklaşılması en son isteyecekleri şeydir belki, neden böyle oluyor, tam olarak neden etkilendin, hayır hayır gözlerin neden doluyor ki şimdi”, diye iç sesim bağırıyordu adeta. Gözyaşlarımı geri kaçırmaya çalışıyordum. Derken yanımdaki teyzeden burun fışırtısı sesi geldi. Döndüm baktım, gözleri kızarmış ve yaşlı. “Yalnız değilim demek ki, duygulanmanın normal olduğu bir an yaşıyoruz” dedim, bir parça rahatladım. Ama bu rahatlama geri kaçırdığım gözyaşlarının tekrar hücumuna sebep oldu. Kafamı çevirdim abilerin beni göremeyeceği tarafa. Çünkü görebildiklerine inanmaya başlamıştım. Birçoğumuzun göremediklerini görüyorlardı, benim ağladığımı da görebilirlerdi. Görmesinler istedim.

Karşımdaki dövmeli abiye baktım bir ara. Sanki onun gözleri de yaşlıydı. “Yok ya” dedim, “O kadar da değildir artık, o ağlamıyordur.” Derken abi gözlüklerini çıkardı. Kafamı daha çok çevirdim abilerin göremeyeceği tarafa. Çünkü anlamıştım ki dövmeli abinin de gerçekten gözleri yaşlı. Dövmeli abinin hareketlerini algılayabiliyordum hâlâ. Çıkardığı gözlüğünü bir eliyle tutarken diğer eli gözlerine gitti. Gözyaşlarını siliyordu işte. Ben dudaklarımı ısırdım, dişlerimi sıktım. Yanımdaki teyzenin fışırtısı artmıştı. Ayakta duran bir kız teyzeye bir mendil uzattı. Teyze geri çevirdi, istemedi mendili. Birkaç dakika sonra artık benim mendile ihtiyacım vardı, gözyaşlarımın sel olmasını engellemiştim, kirpiklerimde durdurmuştum onları. Eşarbımın ucuyla sildim.  Ama burnum akmaya başlamıştı bu defa. Çok korktum o an, çantamda mendil bulamayıp ayaktaki kızdan mendil istemek zorunda kalacağım ve herkes ağladığımı görecek diye. Çantamın dibinde kullanılmamış, ama eski bir mendil buldum ve sildim burnumu. Susturdum yine kendimi. Duygusal, ama harika bir yolculuktu. Abiler büyük bir mutlulukla Ünalan durağında indi. Onlarla beraber gitmek, günü onlarla beraber geçirmek isteyerek, arkalarından bakakaldım.

İnanın bilmiyorum, tam olarak neydi bizi bu kadar etkileyen. Ama o gün hayat bana yine ders verdi: “Güzel görmek” için sadece gözlerimize ihtiyacımız yok. “Önemli olan iç güzellik”i klişe olmaktan kurtarmıştı bu abiler benim gözümde. Çünkü onları çok sevdim. Onlara çok güvendim. Onlar için önemli olan gerçekten de iç güzellikti, bildim. Dünyayı da kendi iç güzellikleriyle, güzel görüyorlardı. Ben ki; kendimi önyargılardan uzak, hayata pozitif bakabilen biri olarak tanımlardım. Bana önyargısız ve pozitif dünyalarını açtılar bu abiler. Onlar dövmeleri de görmüyorlardı, insanların giyimlerini kuşamlarını da. Herkes aynıydı; sevgi, saygı ve kibarlıkla yaklaşmaları gereken insanlar… Öyle yaklaştılar hepimize. Öğrettiler bize de.

 

Hayat güzel, görebilene…

İnsanlar iyi, görebilene…

 

Beyza Merve Temel
beyzamervetemel@gmail.com

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*