Fotoğraf

“İyi bir fotoğrafın anlatılmaya ihtiyacı yoktur.” Çünkü fotoğrafın tek başına büyük bir hikâyesi vardır.

Büyüklük küçüklük neyle ilişkilidir? Sanatla diyor Bediüzzaman… (Her yer ışıkla donanmıştır, nispeten aydınlatılır.) Kâinat tek başına bir fotoğraftır, nazar-ı İlahî’ye muhataptır:

“Bütün kâinatı ihata eden bir nurdan hiçbir şey gizlenemez. Ve gayr-ı mütenahî bir daire-i kudretten bir şey hariç kalamaz. Ve illâ, gayr-ı mütenahînin tenahisi lâzım gelir. Ve keza hikmet-i İlahîye her şeye değeri nisbetinde feyiz veriyor. Ve herkes bardağına göre denizden su alabilir. Ve keza mukaddir olan Kadîr-i Hakîm’in büyüğe olan teveccühü, küçüğe olan teveccühüne mani olamaz. Ve keza maddeden mücerred zahir ve bâtın olan muhit bir nazara, en büyük şey en küçük bir şeyi veya nev bir ferdini gizletemez. Ve keza küçük olan bir şey, mazhar ve mahal olduğu san’at nisbetinde büyür. Ve küçük şeylerin nevileri büyük olurlar. Ve keza azamet-i mutlaka şirketi aslâ kabul etmez. Ve keza fevkalâde bir sühuletle, hârika bir sür’atle, mu’ciz bir ittikan ve intizamla cûd-u mutlaktan akan âsârdan anlaşılıyor ki; mikrop gibi en küçük ve daha küçük havaî, maî, türabî hayvanlar boş zannedilen âlemin yerlerini doldurmuşlardır.” (Mesnevi-i Nuriye)

Biz “fotoğraf”ın ancak üzerimize düşen resimlerini alıyor ve hakikatin yüzlerini böylece tanımaya çalışıyoruz. Bazı fotoğrafçılar ise “uygun karanlık” gölgelik ararlar. Fotoğrafçıya soruluyor: Ne bekliyorsun?

Simetri ve sonsuzluk diyor… (belki bir de ‘derinlik’ eklemek gerekebilir.)

Morse, doğanın kendisi tarafından (elbette biz bunu “kudret-i İlahî’nin ışık parmakları” ve “sıbgatullah” olarak düzeltiyoruz!) ellerindeki ışık kaleminin sadece izini sürebileceği ufacık ayrıntılarla boyanmış, diyor. Ona göre, “Doğanın kopyaları olarak değil, doğanın kendi bölümleri” olarak adlandırılırlar. Buna fotoğrafın üstünlüğü diyebiliriz. Edgar Allan Poe benzer nedenlere sahiptir. Ona göre fotoğraf düzlemi herhangi bir el işi resimden sonsuz derecede daha doğrudur. “Eğer sıradan bir sanat eserini güçlü bir mikroskopla incelersek, benzerliğin doğayla olan bütün işaretleri yok olur. Ama fotoğrafik çizimin yakından incelenmesi, sadece daha mutlak bir gerçeği, görüntüyle temsil edilen şeyin daha mükemmel kimliğini ortaya koyar.”

Kelimenin fotoğrafını çekmek de böyledir:

“Nasıl mütedahil tasvirlerde siyah bir noktayı bir ressam koysa, o nokta birinin gözü, ötekisinin yüzünün hâli, berikisinin burnunun deliği, başkasının ağzı olduğu gibi, kelâm-ı âlîde dahi öyle noktalar vardır.” (Muhakemat, Dokuzuncu Mesele)

Fotoğraf bir çöl yolculuğu, fotoğrafçı aslında bir ışık takipçisi seyyahtır. Bediüzzaman örneğin:

“Seyahatimde beni tanımayanlar kıyafetime bakıp, beni tâcir zannedip derlerdi ki:

   Sual: Sen tâcir misin?

Cevap: Evet, tâcirim, hem de kimyagerim.

   Sual: Nasıl?

Cevap: İki madde var, mezc ettiriyorum. Bir tiryak-ı şâfi, bir elektrik-i muzî tevellüd eder.

   Sual: Nerede bulunur?

Cevap: Medeniyet ve fazilet çarşısında, cephesinde insan yazılan ve iki ayak üstünde olan sandık içindeki, üstüne kalb yazılan siyah ve pırlanta gibi parlak olan bir kutudadır.

   Sual: İsimleri nedir?

Cevap: İman, muhabbet, sadâkat, hamiyet.” (Münazarat)

Ünlü ressam Taylor ilk kez fotoğraf kutusunu gördüğünde de böyle bir seyyah tasavvur etmişti kendini. Ressam olarak “artık işlerinin bittiğini” söylemişti. “Artık ressamlar ellerinde fotoğraf kutusuyla dünyayı dolaşacaklar”dı demek ki… Fotoğraf için gereken en önemli şey seyyahın ruh özgürlüğü… Çünkü fotoğraflar belli kurallara göre değil, duygulara göre ilerleyecektir. Bir fotoğrafçı için hayatının en güzel anı “şu an”dır. Sonsuz derinlikte bir şu an…

Kalp işte, “Allah’ın fotoğrafı”nın düştüğü perdedir. Buradaki yolculuk “bismillah”la başlar. Kalp gözü en derindeki kuyudur.

“Benim işim görmek” diyor Ara Güler. İnsanın işi görmek… Fotoğraf içinde resimler… Zihnin çarklarında birlikte var ediliyorlar ve biz bunları aynı anda gördüğümüzde “o zaman” oluyor. Zaman bir illüzyon mu o hâlde? Yoksa anların gerçek bir akışı olarak fotoğraftaki zaman da evrendeki aslında tek ulaşılabilir gerçek midir?

Fotoğrafın derinliği, şüphesiz, resim ve heykeldeki taşlaşmış, dondurulmuş ve orada durdurulmuş uzay-zamandan farklıdır. Fotoğraf yaşamaya devam eder. Soluk alıp verir parçalar… Yaşaması için ayrıca renk ve ışık etkisine ihtiyacı yoktur. Hayatın bir kesitidir ve bu anın geçmiş ve gelecekle bağını koruduğu zorunlu olarak ortaya çıkar. Bu da hareket ve yaşamak demektir. Bunu Bediüzzaman şöyle ifade ediyor:

“İşte bu küçük fotoğrafta öyle bir güzel resim mündemiçtir ki, ileride tahrir ile sana görünecektir. Şimdi bu zeminde kütüb-ü mezburenin şecereleri tenebbüt ve makalât-ı selâsenin cedaviliyle sulanacaktır. (Muhakemat)

Fotoğrafta yansıyan yüzler… Allan Sekula, “Fotoğrafik anlamın keşfi”nde geçen, “Görüntü de ayrıca, görünümlerin içine girip, görünürü soyutlaştıran sihirli bir güçle donatılmıştır: Örneğin insan sırlarını açığa çıkarmak” ifadesi diğer kutbunda “bir adamın yüzünün fotoğrafı adamı temsil eder. Aynı zamanda bir grup adamı da temsil edebilir” diyerek onu “araçsallaştırma” ile kıyas eder. Edmond ve Jues Goncourt için de endüstri sanat ilişkisi tartışmasında söyledikleri fotoğrafın insan elinde bozulacağı endişesi endüstri ile sanatın nerede ve nasıl buluşacağıyla ilgili olsa gerek… Buna göre: “Güzeli evrensel onaya teslim ettiğinde, güzele ne olur? İnsanlar sanata sadece sanat insanlara düştüğünde ulaşabilirler.”

Fotoğrafın zihnin çarklarında ürettiği düşüncenin ve duyguların estetik ilişkisi eleştiriyi de fazlaca ortaya çıkarıyor. Benjamin de Casseres’ın, “Sanat’ta Bilinçsizlik” yazısında söylediği fotoğrafik okumalar: “…bunlar, ilgili hiçbir düşüncenin, duygunun tek başına Bilinçsizlik’i uyandırmadığı ve asla beyne dokunmayan estetik duygular; belirsiz duygular, tarif edilemez, karmaşık; girdaplar ve derin deniz fırtınaları oluşturan duygular… Hayal kurma, Bilinçsizlik’in rüyasıdır. Bilinçsizlik’in acayip, muhteşem sanrılar krallığıdır. Dehanın haşhaşıdır. Tuvale yansıyan bütün güzellik, sanatçının zihninin dışında şekil alır, ama hayâl gücünün kökleri kişiliğinden bile daha derin yerlerde salınır. Dâhinin ruhu, soyun güvenli kasası; dünyanın bilinçsiz ruhunun hazine torbasıdır. Nesilden nesile, sır tutan tanrı, rüyalarda saklanıyor. Ve dâhinin ürünü bizi şaşkına çeviriyor çünkü, sonsuzlukla işbirliği yapıyor.” (Fotoğrafı Düşünmek, Victor Burgin)

Kalbin derinliğine doğru hangi seviyeye kadar “bilinç” eşlik eder, zihin nerde durur, akıl susar, kalp yalnız kalır? Bediüzzaman’a göre ise düşünce ve duyguların kaynağı “soyut güzellik”tir. Peki, bu nasıl ulaşılır ve netice alınır bir “sonsuzluk”tur. Üstad’a göre düşünce ve duygu aynı “bilinç”ten beslenir. (Ki bu Zihnin Çarkları’nın ana eksenini ifade eder.) Kalp kalbe karşıdır. Kalp kendine karşılık bir kalple ışıma yapabilir. Zihnin çarklarında “aşk” kalpte karşılıklılık ile derinleşebilir, odaklaşabilir. Bunun için diyor Bediüzzaman:

“Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcud bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar. Evet, bir işde mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam velev zihnen olsun, ister ki; birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalblerin en latîfi, en şefiki; kısm-ı sâni ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmam eden, surî ve zahirî olan arkadaşlığı samimîleştiren; kadının iffetiyle, ahlâk-ı seyyieden temiz ve pâk bulunması ve çirkin ârızalardan hâlî olmasıdır.” (İşarat-ül İ’caz)

Gide gide asıl “karşılıklılık” arşı, doğrudan kalbin fotoğrafı üzerinden tekrar “Zât-ı Akdes” ile olanıdır:

“Demek, hakikata mukabil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbaniye ve bu câmi’ birer âyine-i Samedaniye olan nuranî kalbler, şems-i hakikata karşı açılan pencerelerdir ve umumu birden güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi, bir âyine-i a’zamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icma’ları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir.” (Asa-yı Musa) 

Tarih bir büyük fotoğraftır. Gelecek geçmişin, geçmiş geleceğin fotoğrafının düştüğü perdelerdir. Şarap değil seraptır:

“Dünya hayatını güzelleştiren esbabdan biri, dünya âyinesinde temessül ile parlayan hidayet nurları ve büyük insanların sevgili ve sevimli timsalleridir. Evet, müstakbel mazinin âyinesidir. Mazi berzaha, yani öteki âleme intikal ve inkılab ettiğinde suretini ve şeklini ve dünyasını istikbal âyinesine, tarihe, insanların zihinlerine vedia ediyor. Onlara olan manevî ve hayalî muhabbetleriyle dünya muhabbeti tatlı olur. Meselâ: Arkadaşlarının ve akrabasının timsallerini ve fotoğraflarını hâvi büyük bir âyineyi yolunda bulan bir adam, şark cihetine giden adamların memleketlerine gidip onlara iltihak etmek için çalışmayıp da, o âyinenin içindeki timsaller ile uğraşır, muhabbet eder. İşte bu adam gafletten ayıldığı zaman: Eyvah, ne ediyorum? Bunlar şarab değil serabdır. Bunlar ile uğraşmak, azb değil azabdır, der, arkadaşlarına yetişmek üzere şark seferine tedarikatta bulunmaya başlar. (Mesnevi-i Nuriye) 

Büyük fotoğrafın insan hafızasına düşen üst düzey yeteneğine Hipertimezi deniyor. Çok güçlü otobiyografik, fotoğrafik hafıza. Bir tarih söyleyince: gün, ay ve yıl, o gün ne yaptı, dünyada neler oldu, neler öğrendi, hepsi aklının içinde şekilleniyor. Baktığı anda her sayfayı ezberliyor. O anı fotoğrafın içinde yeniden yaşıyor. Oda sıcaklığı, ışık seviyesi… Meselâ Bediüzzaman, çocukluğunda şahit olduğu evlerinin penceresinden bir yaprağın düşüşünü ayrıntısıyla anlatıyor ve yaprağın bütün ayrıntılarını görüyormuşcasına çiziyor. Zâten eserlerini yazarken de, meselâ Mucizat-ı Ahmediye’de, hadisleri ravilerine varıncaya kadar yanında kitap olmadan çok kısa bir zamanda yazılması, Ayet’ül Kübra gibi risalelerinde görsel tariflerin aynen canlandırılması gibi… Evrensel hafızanın imkânlarına imanın soyutu yükselten karakterini (hüsn-ü münezzeh ve hüsn-ü mücerred) katarak ulaşabilecek bir hafızayı gösteriyor. Elbette burada ders-i Nebevî denilen insanlık ve kâinat hafızası yol gösterici ışık oluyor.

Piri Reis’in haritalama yöntemi de böyledir. Şöyle anlatır: “Akdeniz’in kıyılarında ve adlarında, bayındır ve harabe yerleri, limanları, suları, denizde bulunan taşları, sığlıkları, önceleri merhum Kemâl Reis ile daha sonra da diğer gaziler ile görerek, bilerek araştırdım ve hepsini kusursuz olarak açıkladım.” Müthiş soyutlama yeteneği ile birleşiyor…

Bugün için de birçok meraklı seyyah Piri Reis’in bu haritalarını alarak yola çıkar, geçmişle bugünün resimlerini üst üste koyarak yeni bir “zaman”da (bast-ı zaman) hareket ederler.

Ve nihayet… “…âlem-i bekada hususan cennet-i a’lâdaki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüz bin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken;…” ile cennetin semasına dizilecekler.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*