Dünyaya tesir eden “genç”

Saidlik insana anne karnında verilirmiş. Said olanı Allah sevmiş. Said olan da O’nun rızasına ermiştir. Çok anlamı var ‘Said’in. Bunlardan biri Allah için çalışan kimse. Yani ömrünü Allah yolunda adayan kimse demek. Maddî ve manevî yönden temiz olan, yükselen ve yükselten… Nice Saidler var ki; bir de genç olması hasebiyle Asr-ı Saadet’e ve sonrası yıllara damgasını vurmuştur. Usame b. Zeydler, Hz. Aliler, Zübeyir b. Avvamlar, Sad b. Ebu Vakkaslar. Bunlar Asr-ı Saadetten günümüze bakan gençliğin şahları.

Her asır böylesi gençleri içinde barındırır. İşte, 19. yüzyıldan itibaren İslâm âlemini dehşetli bir karanlık sarmış, Kur’ân’ın nurunu söndürmeye kast etmiş şakiler1 (haydutlar), umutları da soldurmaya başlamışken, semaya kalkan eller bir Said isterken, ismi ile müsemma, Nurs köyünde bir güneş tulû etmişti. Resûlullah’ın (asm) davasını kendine dava edinecek ve asrın beklenen Said’iydi o.

15 yaşında riyazetin en zoruna başlayan ve kendini irşada adayan, bir yılda en zor seksen kitabı okuyan ve biraderi Molla Abdullah’a bu konuda galip gelen, sonrasında ise Siirt ve Bitlis’teki âlimleri münazarada yenen… Nice suallere asrın anlayışına uygun cevap veren, lâkin soru sormayan bir genç…

Hayata farklı bakan… Her gün sokağa çıkan, işe giden, edebiyatla ya da siyasetle uğraşan, yahut boş zaman geçiren bir gençten çok farklı. O, Bediüzzaman’dı. Hayata ve kâinata Allah namına bakıyordu. Hedef ve gayesi; İslâm âleminin içinde bulunduğu problemlere reçete sunmak ve sadık bir rüyada “İ’câz-ı Kur’ân-ı beyan et!” hitabına muhatap olması hasebiyle, Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez manevî bir güneş hükmünde olduğunu bütün dünyaya ispat etmekti. Musibet fevkalâde büyüktü. Bu zamanda bu felaketin karşısında durmak büyük önem taşıyordu. Zira zındıka komitesi, İslâm’ın temellerine var gücü ile saldırmaktaydı.

Said Nur, Usame b. Zeyd gibi, 20 yaşındayken hizmette en ön safta olanlardandı. Çekirdek misal hayatı ve hizmetiyle, tarihin en dehşetli bir devrinde hem Anadolu, hem İslâm âlemi, hem dünyanın ekserisine de maddeten tesir edecek ve zihniyetlerini değiştirecekti. O, bu kudsî davaya mutlak bir kudret tarafından sevk ve istihdam olunacaktı. Bir Hz. Ali’lik vardı onda. “Nazirsiz bir allame, (…) daha genç yaşında görünen müstesna zekâ ve ilminden de anlaşıldığı gibi sair emsalleri fevkinde kendisine ayrıca hikmet-i Kur’ânîye talim edilmişti.” (Tarihçe-i Hayat)

Hem Medresetü’z-Zehra’nın açılması hem de şakilerin hücumlarına karşı padişahın müsbet çalışmalarına destek olmak için İstanbul’a geldiğinde, Genç Said’e Ferik Ahmed Paşa, neyin peşinde olduğunu sorunca, “Memleketimin imar ve ihyası için geldim” cevabı da bir gençliğin adanabileceği en güzel idealin mücessem hâliydi.

Bu genç âlim, meşrutiyet ve hürriyet konusunda da emsallerinden oldukça farklı düşünüyor, hatta bu uğurda mücahedeler bile veriyor, istibdadı zulüm, meşrutiyeti ise adalet ve şeriat olarak görüyordu. Bu düşüncelerini günlük gazetelerde yazmaya başlayan Bediüzzaman, Şark’ı da bu hususta bilgilendirmeye çalışmış, ancak bazı kimselerin tuti kuşları gibi “Şeriat isteriz” nidaları, hakikî maksadın anlaşılmaz hâle gelmesine neden olmuştu. Zaten planlar serilmişti. Nice kimseler Divan-ı Harp’te idam edilecekti.

Said Nur… Divan-ı Harpler, mahkemeler, onun için kurulan idam sehpaları, bu müthiş adamı, bu manevîyat adamını yolundan çeviremeyecekti. Said bin Zeyd gibi asrın şerirlerine karşı asla boyun eğmemiş, hakikat bildiğini çekinmeden haykırmıştı.

Ruhunda feverân eden bu davası ve gayesi onun ilerleyen yıllarda zindanlara girmesine neden olmuştu, ama manen herkesten daha hürdü. Bedenen hapsedilirken ruhen kâinatın en ücra köşelerine kadar ulaşabiliyordu. Bu dava nice kararmış gönülleri nurlandıracak, manen ölmüş hayatlara ab-ı hayat sunacaktı.

Kur’ân hizmetine adanan bir ömür 1960 yılında son bulurken şu veciz ifade genç Saidler için ebedî kalacaktı: “Risale-i Nur, benim gibi aciz ve ihtiyar biçareye bedel, genç kuvvetli çok Saidleri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risale-i Nur’un tekmil ve izahı ve haşiyelerle beyanı ve isbatı size tevdi edilmiş tahmin ediyorum.” (Barla ve Kastamonu Lahikaları)

Bu sözlere muhatap olan hangi genç yerinde durabilir ki! Ruhlarında cereyan eden bu kudsî davanın heyecanını, onun yolunda koşmaktan başka ne tezyin edebilir? Evet, bu uğurda yürümekse yürümek, yazmaksa yazmak, okumaksa okumak… Öyleyse Bediüzzaman’ın gençliğinden şu dersleri gönüllerimize nakşedelim:

Çoğu kimsenin eğlenceye ve zamanı öldürmeye çalıştığı bir zamanda ‘neme lâzım’ demeyip çoğunlukla ilimle meşgul olalım ve okuyalım. Risale-i Nur dairesi içinde bulunmayı İlâhî bir istihdam olarak görelim ve Risale-i Nur’u kendi malımız gibi kabul ederek tekmili (tamamlanması) ve izahı ve şerhlerle anlatılması için yazılar yazalım. Bu asırdaki şakilere karşı Kur’ân-ı Azimüşşan’ın nuranî dairesinde şevkle ila-i kelimetullah etmek için gayret gösterelim. Kur’ân hakikatlerini anlamayı ve anlatmayı vazife bilelim ve bu hususta Kur’ân hizmetinde en ön saflarda yer almaya çalışalım.

Kısacası, başta da ifade ettiğimiz gibi, ‘Said’ olmaya çalışalım. Kim bilir, böylelikle edna bir neferken, bu kudsî vazifenin, bu şahs-ı manevînin içinde bulunmaklığımıza bedel, çekirdeğin ağaca kalbetmesi misali, asrın “Said”inin yolunda gitmekle müşerref olur ve manen bir ‘Genç Said’ oluruz.

1) Said kelimesinin zıt anlamlısıdır. Sözlük anlamı haydut, eşkıya olan şaki kelimesi, Kur’ân’da nefsin heva ve isteklerine kapılan, devamlı şikâyet eden, Allah’a karşı gelen, O’na yüz çeviren bedbaht kimseler için kullanılmıştır.

 

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*